17. İstanbul Bienali başladı. Kent, bu vesileyle bir kez daha çeşitli noktalardan temaşa edilecek. İzleyenler, belki bu vesileyle kimi mekânları ilk kez deneyimleme fırsatı bulacaklar. Belki karşılaştıkları çalışmalarla diyaloğa girecek, onlara şaşıracak, kızacak, hak verecek, belki bazen onlara anlam veremeyecek, kendilerini değişen dünyanın yeni ifade biçimlerine ayak uyduramadıkları için yalnız ve yanlış hissedecekler. Belki de bilakis, halihazırda tanıdıkları yerleri bir de bu mevcut doluluklarıyla deneyimlediklerinde aşinalıkları bir an olsun aşındığı için kendilerini tazelenmiş hissedecekler. Doğrusu bu son hissin önemini Bienal’in küratörleri olan Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh de kavramış olacak ki bağlayıcı metinlerinde “belki bu bienal büyük bir toplanma ya da tek bir zaman ve mekânda yapılan planlı bir buluşma değil, bir dağılma, gözden uzak bir mayalanmadır,” demişler.
Böylesi yapıcı hislerle ilgili handikap, onların niyet olarak ifade edildikleri anda gerçekleşme olasılıklarını kendi eliyle zora sokmalarıdır. Hislerin seyrine ilişkin yol haritası çıkardığınızda, onları programlamaya kalktığınızda arzu ettiğinizin tam zıttına ulaşmanız doğrusu daha olasıdır: Gevşeyeceğim derken katılaşabilir, esneyeceğim derken kırılabilirsiniz. Yine de bu bedbin kehanetten sakınmak pekâlâ mümkün. Enjekte edilmeye çalışılan hissi paranteze alan serinkanlı bir çözümleme kişiyi duygu yükünden azat eder. Yükünden arınmış insan, fikri akışkanlığı içinde teamülleri aşma ve kendine serbestîye yaratma girişiminde, şansı da yaver giderse, muvaffak olabilir. Bu süreçte karşılaşılan iş, fikir ve tertipler çoğu zaman gereğinden fazla karmaşık gözüktüğü için kişi, kendine alan açma girişiminde mütevazi bir rehbere ihtiyaç duyabilir. Bu rehberi, talihe yapılan yatırımın danışmanı olarak görmek sanırım daha doğrudur: Ignotum per ignotius [Lat. Bilinmezi daha bilinmezle] modasına karşı işlevsel bir yardımcı…
Ben, izin verirseniz eğer, 17. İstanbul Bienali boyunca üç ayrı yazıyla bu rehberliğe talibim. Küratörler, “büyük bir gösteri sahnelemek yerine alan açmaya teşvik etmeyi, mevcut sivil ve kültürel alışveriş mekânlarını birbirine bağlamayı, az kullanılan veya âtıl kalmış olanları ise etkinleştirmeyi hedefliyoruz,” diyorlar. Ben çok daha minör bir arzuyla yer ile eser/çalışma ilişkisini anlamaya çalışıyorum. Bu sebeple üç ayrı mekân üzerinden Bienal’i değerlendirmeyi; niyet, süreç ve çıktı ile toplumsal hâl ve gidiş arasındaki ilişkiyi mümkün olduğunca size aktarmayı ümit ediyorum.
Bölüm lll – Fil Gözü, Külhanbeyi ve Bienal Düşleri
Mekânlar üzerinden İstanbul Bienali’ni irdeleyen yazı dizimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu yazıda odağımızda Ayakapı’da Gül Camii’ne (eski Aya Theodosia) komşu, yakın dönemde restore edilmiş Küçük Mustafa Paşa Hamamı yer alıyor. Yine de bu son yazıya geçmeden önce sizi nasıl bir patikada tuttum, iyice açıklamak istiyorum. Okumakta olduğunuz bu son yazı için de ayrıca işlevsel bir açıklama bu:
Rehberiniz olarak mekân ile sunulan çalışmaların ilişkisini kurmaya çalışırken üç noktaya özellikle dikkat ettim: İlki bu üç yazının ortak takdimde usulca temas ettiğim bir duruma, ziyaretçilerin “kendilerini değişen dünyanın yeni ifade biçimlerine ayak uyduramadıkları için yalnız ve yanlış hissetmelerine” engel olmaktı. Sanat ortamı, ki bu tam olarak sanat alanındaki “kavramlar, pratikler ve kurumlar sistemi” demek, bazen gerçekten anlaşılmaz olabiliyor. Bu ortamı net bir şekilde sorunsallaştıran isimlerden biri Larry Shiner, Sanatın İcadı kitabında ortamın “müşterek bir ilgi alanını paylaşmanın yanında belli değer, pratik ve kurumlarla bağlantıları olan sanatçı, eleştirmen, izleyici ve diğerlerinden oluşan ağları” ifade ettiğini söylüyor. (Onun “Sanat Sistemi”, “Sanat Ortamı” ve “Sanat Ağları” ayrımlarına burada girmiyorum. Aktardığım tanım bizim için şimdilik yeterli.) Bu tanımda değerleri belirleyenlerin, pratikleri yönlendirenlerin, kurumları şekillendirenlerin muğlaklığına dikkat etmek gerekir. Ayrıca burada kastedilen izleyicinin kim olduğu sorusu da önemlidir. Shiner’in (en azından bu tümcede) kastettiği daha ziyade bir çeşit profesyonel izleyicidir/ziyaretçidir. Oysa Bienaller çok daha geniş çaplı, kitlesel ve haliyle kamusal girişimlerdir. Profesyonel izleyicilerin dışında, en geniş ahaliye seslenme iddiasında bulunurlar. İstanbul Bienali’nin ifade ettiği niyete ve örgütlediği etkinliklere karşın bu konuda özellikle sınıfta kaldığını, çoğulculuk iddiasının aksine kendi ifadesini dar bir toplumsal kesime sıkıştırırken geri kalanları kazanma arzusunu ancak şeklen dile getirdiğini söylemeliyim. Yazı dizisinde ilk dikkat ettiğim işte tam da bu noktada dışarıda bırakılanları içermeye çabalamaktı.
Özen gösterdiğim ikinci nokta “kavrayış”, üçüncü nokta da “içerme” sözcüklerini kavram düzeyinde (ilk iki yazıyı okuyanların rahatlıkla fark edeceği üzere) dışarıda bırakılan bu geniş yığınlara armağan etmekti. Yine Larry Shiner “bugün rahatlıkla her şeye ‘sanat’ diyerek işin içinden sıyrılabilirsiniz. Sanat sayılan şeylerdeki bu patlamanın sebeplerinden biri bizzat sanat dünyasının ‘sanat’la ‘hayat’ın yeniden birleştirilmesi hakkındaki eski temayı gündeme almış olmasıdır. Bu tür girişimler masumiyetle aşırılık arasında gidip geliyor,” uyarısında bulunur. Bu uyarıyı dikkate alırsak günümüzde kimi aşırılıkları tespit etmekte zorlandığımızı kabul etmemiz gerekir. Doğrusu sanat ortamının içe kapanması ve oldukça sınırlı bir kamuoyu tarafından denetlenmesi; çoğulculuk taleplerine, demokratik görünümüne, vizyoner sesine karşın mevcut ve katılaşmış ilişki ağları içinde eleştirel aktörlerin dahi al gülüm ver gülüme razı olması sonucunu doğurur ve korkarım bu da ilgili ortamı kendi parodisi haline getirmeye itebilir. Özellikle sinemada son dönemde bu parodinin daha bir görünür kılındığına dikkat edebilirsiniz. (Yeri gelmişken bu konuda iki film tavsiyesi: 2017 yapımı The Square ve 2019 yapımı Velvet Buzzsaw.) Doğrusu tüm dünyada yükselen köktenci Sağ siyasette, bu neoliberal kabuk altında gerçekleşen içe kapanışın istemeden de olsa da bir payı olduğunu düşünüyorum.
Bu noktadan Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na ve ilgili işlere yönelebiliriz: 1265 m²’lik taban alanına yerleşen oldukça kaslı bir yapı var karşımızda. Ona Müstantik Caddesi’nden giriş yapıyoruz. Ama önce kapısında bir an durup Ayvansaray hattında süre giden ve kendine bu bölgede sıçrama noktası olarak Balat’ı seçen soylulaştırma pratiklerine destek versin diye tamamlanmış bu restorasyonun henüz mahalleye yeterli basıncı sağlayamadığını görüp soluklanalım. İçeri girdiğimizde yapının hacmi en büyük kısmı, erkekler bölümünün 18 küsür metre yüksekliğinde bir kubbenin altında duran soğukluk bölümündeyiz. Burada bizi Tarek Atoui’nin Fısıldayan Oyun Alanı yerleştirmesi karşılıyor. Atoui, Paris’te yaşayan Beyrut doğumlu elektro-akustik besteci. Kendisi ses performansı ve kompozisyon alanında çalışıyor. Yerleştirmesi, çeşitli nesnelerin birbiriyle ilişki içinde –suyun da yardımıyla– çalınmasından ibaret. Amaç katalogda yazdığına göre “(…) ziyaretçilerin bütün bedenleriyle dinlemeye davet edildiği, duyguları aşan bir alan” yaratmak.
Hamamlar, teknik birimleri dışında temelde üç bölümden oluşur. Soğukluk (kimi zaman bu kısım bölümlenerek camekân ve soyunmalık olarak da adlandırılıyor), ılıklık ve sıcaklık. İlk birim adından da anlaşılacağı üzere bir geçişi, hamama (nesnel arınma/temizlenme pratiğine) bir hazırlığı işaret eder. Küçük Mustafa Paşa’da da –tıpkı diğer hamamlarda olduğu gibi– insanlar içeri girdiklerinde, doğal olarak hamamın diğer birimlerini merak etmekte, oraya geçmek için sabırsızlanmaktadırlar. Bu durumda “duyguları aşan bir alan” yaratmak için belki de en yanlış yer tam da bu kısımdır. Eğer “ziyaretçilerin bütün bedenleriyle dinlemeye davet edildiği” bir alan tercih edilmesi sahiden gerekiyorsa, bu olsa olsa hamamın traşlık adı verilen kuytulara yerleşmiş halvet hücreleri olabilir. Kasım 2021’de Art Review sitesinde Tarek Atoui ile yapılan söyleşide sanatçı ses çalışmalarındaki niyetini şu şekilde açıklıyor: “Nasıl kullanmak ve onunla çalışmak istediğinize bağlı olarak tüm sesler müzik olabilir. Ama ses başka başka şeyler de olabilir. Bir enerji kaynağı ya da manipüle edilecek bir duygu kaynağı olabilir.” Atoui bu manipülasyonu olumlu ve güzel buluyor. Ama tam da hamamdaki birim seçimi bu olumlu manipülasyon fırsatının kaçmasına neden oluyor.
Hamamı gezerken Japonya’nın Miyagi vilayetinde yaşayan ve üreten fotoğrafçı Lieko Shiga’nın İnsan Sûretinde Bahar Serisi’nden çalışmalarına rast geliyoruz. Sanatçının sitesini incelerseniz bu serinin ilk olarak (kendi ülkesinde) beş yönden ışık kutusu işlevi gören hacimli dikdörtgen prizmaları üzerinde sergilendiklerini fark edebilirsiniz. Bu sergileme karşısında, eyvan duvarlarına sırtını yaslanmış alüminyum panel üzerine C-tipi baskılar, doğrusu çok ama çok yavan duruyor. Oysa hamam, tam da bu seriyle kütlesel ilişki içinde fotoğrafları tamlayacak atmosferi sağlayabilirdi. Bu sayede eserler hak ettikleri ilgiyi de ziyaretçilerde uyandırmış olurlardı.
Mekânla uyum sağlayabilmiş başlıca çalışma Araya Rasdjarmrearnsook‘ın video yerleştirmesi olan Şehrin Hikâye Anlatıcıları. O da diğer sergileme tercihleri kendisine eşlik etmediği için marjinal algılanıyor. Bunun dışında Yehwan Song’un hazırladığı bir internet sitesi etkileşimli grafik arayüzüyle ziyaretçilere takdim edilmiş. Doğrusu ben, kötü donanımlı bir Windows bilgisayarın ekranından yansıtılan sayısız açık sekme içinde ilgili sayfayı kurcalamaya çalışırken bir an için mavi ekran uyarısı almayı başardım(!) Demem o ki, böyle takdimlerde aracı donanımın yeterliliği, arayüz güvenliği ve dahası kullanıcı deneyimini tanımlayan sarf malzemenin işlevselliği önceden çok ama çok iyi planlanmalı. Yoksa bu tarz çalışmaları herhangi bir şekilde deneyimlemek mümkün olmuyor. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nın gezen hemen herkesin en azından bu konuda bana bütünüyle hak vereceğine eminim.
Yazıyı bitirirken 17. İstanbul Bienali için kurgulanan Şiir Hattı’na değinmek istiyorum. Bu hat için 15 güncel şair 2021 yılı boyunca her ay bir şiir yazmaya davet edildi. Derlenen ve yeni sipariş edilen şiirler Mayıs 2021’den bu yana Açık Radyo yayınları ve Bienal’in podcast kayıtlarıyla kamusal alana taşındı. Bienal sırasında da çeşitli vesilelerle bu şiirler ve onların etrafındaki düşünce ve tartışmalar kamuya ulaştırılıyor. Aynı şekilde şiirlerden derlenen bir kitap da satışa sunuldu. Şiirlerin niteliği, etkisi ve varsa eğer edebiyat tarihimizde tutacakları yeri edebiyat eleştirmenleriyle birlikte ayrıca değerlendirmemiz gerekir. Yine de bu Şiir Hattı’nın, 17. İstanbul Bienali’nin kamuyla en açık ve cesur şekilde ilişki kuran projesi olduğunu düşünüyorum, bunu özellikle belirtmek isterim.
İlk iki yazıda değindiğim “kavrayış” ve “içerme” sözcüklerini bir araç olarak avandalığınızda bulundurmanızı dilerim. Bu araçlar size Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda da yardımcı olacak. Ayrıca hamamdan çıkışta Gül Camii’ni (Eski Aya Theodosia Kilisesi’ni) gezmek isterseniz namaz vaktine lütfen dikkat edin; zira cemaat turistlerden bıkmış durumda. Bazı bazı kitliyorlar kapıyı. Camide 19. yüzyılın hemen başında II. Mahmud döneminde tezyin edilmiş Mührü Süleyman ya da Davud Yıldızı ile bol bol karışılacaksınız. Simgelerin bu üst üste gelişi, farklı toplumsallıkların aynı anda yan yana oluşu üzerine düşünürken de bu iki kavramın size yardımcı olacağından eminim: Dünyayı nasıl kavradığımız ve onun ne kadarını içerdiğimiz, bizi ve onu tanımlar. Şu noktada bir kum tanesinde bir dünya gören ve avuçlarında sonsuzluğu tutan William Blake’in masumiyetini anımsıyorum.
Gelelim bu son yazının başlığına. Fil gözü, hamamın sıcaklık bölümünün kubbeciklerinde bulunan, mekânın kontrollü bir şekilde ışık almasını sağlayan, yuvarlak veya yıldız şeklindeki küçük cam açıklıklara verilen ad. Hamamın altında bulunan, hamamı ve suyunu ısıtan, kapalı ve geniş ocağa ise külhan deniyor. Bir de biliyorsunuz, bunun Beyi olur. Madem şiirden bahsettik şimdi göbek taşına uzanmış, fil gözüne dalmış bir külhanbeyi düşleyelim. Kendini ısıtan suyu, buharı, harlanan ateşi ve biriken basıncı düşünüyor. Nasıl bir insan, nasıl bir toplum, nasıl bir hayat düşlüyor? Gelecek Bienal’in sorusu dışlanmış, itelenmiş, zorbalığa yoğrulmuş, mecburen kabalaşmış, elleri nasırlaşmış bu bıçkının aklındakiler olsun…
Bölüm ll – Rum Lisesi’nde İtaatsizlik Arşivi: Ders Bitti
17. İstanbul Bienali’ni mekânlar üzerinden incelemeye devam ediyoruz. İlk yazıda Gazhane’ye ve oradaki Boğatepe köy inisiyatifinin deneyimlerinden hareket eden bir yerleştirmeye odaklanmıştım. Yazıda “kavrayış” sözcüğünü bu tarz çalışmaların duyumsanmasında kolaylık sağlaması için kavramsal düzeyde önermiştim. Kavrayışı kabaca, sanat pratiğine ve onun ürününe kaynaklık eden deneyime ilişkin sanatçı sezgisinin cismanî ürünü olarak tanımlamıştım. Şimdiyse Bienal’in mekânlarından Merkez Rum Kız Lisesi’ne ve onun giriş katındaki çok sayıda video çalışmasına mümkün olduğunca eğileceğim. Bu mekânda da kavrayış sözcüğü cebimizde dursun. Yalnız bu sefer diğer cebimize –dengemizi sağlasın diye– “içerme” sözcüğünü koyacağız.
Yine de tüm bunlardan önce tam olarak neredeyiz, hele onu bir tespit edelim: Cihangir’den aheste aheste –çevremizdeki tertipli eskiliğe, özenli salaşlığa bakarak, rastladığımız (kesinlikle eskici değil) antikacı dükkanlarının vitrinlerine göz atarak– Gümüşsuyu’na doğru, Sıraselviler’e mümkün olduğunca az bulaşarak “aralardan” gideceğiz, ki yol üstünde bir yerde okula da uğrayalım. Belki öncesinde soluklanmak için demlenmesi muhakkak uzun süren bir kahve yudumlarız, kim bilir. Yanımızda hoş sohbet bir arkadaşımız olsun, fotoğraf çekilmeden olmaz. Belki akabinde ona sorarız: “Senin bir analog makinen vardı, ne oldu ona?” Aklımıza gümüş halojenürleri düşüren bu atmosferin, Meydan tarafında şikâyet edeceğimiz güncel toplumsallıklarla ortadan kalkacağını hepimiz biliyoruz: Meşrebimize göre kalabalıktan, nizamsızlıktan, belki nezaketsizlikten, belki de başka bazı sahici dertlerden yakınıp bu analog makineyi ve onun işaret ettiği gerçek dokunsal deneyimleri unutacağız.
Meydanla bulunduğumuz muhayyel tertip arasına Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi sıkışmış durumda, iki arada bir derede kalmışların yurdu gibi bir yer. Orada hastaneye sırtını dayamış eski mi eski koca bir bina: Merkez Rum Kız Lisesi. Ama bu eskilik, hele bu cepheden biraz önce tanık olduklarımız gibi zarif ve hoş değil. Zira az önceki gibi, şimdiki zaman tasarımcılarının elinden çıkmış, geçmişi simüle eden, tam istediğimiz gibi yapay ama ahenkli bir yenilenmeden, tüketiciyi davet eden o meşum albeniden yoksun. Âtıl ve belli ki kendi haline bırakılmaya devam ederse metruk hale gelecek. Bu bizi üzmeli.
Kapısından içeri girdik, bir ferahlama. Yeşillikler ve belli ki sebze yetiştirilen bir bahçe. Bienal kataloğu bize bu konuda yardımcı olabilir: “Bugün okulun bakımını sağlayan bir aileye ev sahipliği yapan binadaki sınıflarda bir dönemin belleğini taşıyan araç gereçler, tablolar ve haritalar hâlâ muhafaza ediliyor.” Demek ki, bu bahçe, binaya bekçilik eden ailenin eseri. Bienal sürecinde ekinleri inşallah malum fotoğraf çekimlerinde çok zarar görmez diyerek okula girelim. Ama o da ne, “bir dönemin belleğini taşıyan araç gereçler, tablolar ve haritalar” yani aslında okulun demirbaş listesindeki Türkiye ve Atatürk ile ilgili neredeyse tüm materyal giriş katına yerleştirilmiş durumda. Bu göstergeler yoğunlaştırılıp tek bir hacme sıkıştırıldığında niyetten bağımsız olarak doğrusu kötücül bir işlev üstlenmiş oluyorlar. Nitekim katalog da bu duygunun bizi içine almasını istiyor: “Binanın dar bir kapıdan geçilerek ulaşılan giriş katı İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yapıyor. Birçok bitkiye kucak açan bahçe şehrin tarihinden sessiz kalan bir kesiti canlandırıyor.” Binanın içine girdikten sonra metinde tekrar bahçeye çıkılmasına bakmayın siz: Metin aklımızın içeride kaldığını biliyor ve aslında “şehrin tarihinden sessiz kalan bir kesit”e hüzünlenmemiz gerektiğini söylüyor. Nasıl başlamıştı paragraf: “Merkez Rum Kız Lisesi 19. yüzyılın sonunda mimar Dimitrios Panayiotides tarafından inşa edildi. Yoksul kız çocuklarının eğitim alabilmesi için kurulan okul 1999’da yeterli öğrenci olmadığı için kapandı.” Etrafımızı saran ulusal göstergelerin bir Rum Lisesi’nde yaratması beklenen/talep edilen “çelişki”sine hayret ederken Bienal’i gezenler, (ağırlıklı Türkler olduğuna göre) kendilerini suçlu, en azından sorumlu hissetmeliler. Bu suç ve hüzün içimizi doldururken etrafımızdaki çok kanallı birçok video yerleştirmesine de şimdi belki göz atabiliriz.
Ama hayır, önce zaruri bir itiraz: İstanbul’un çok dilli, çok kültürlü, beynelmilel atmosferi en azından modern döneminde aynı zamanda onun yarı-sömürge bir coğrafyanın başkenti haline getirişiyle ilgiliydi ve nihai olarak işgalle sonuçlanan bu sürece karşı da bilindiği üzere haklı bir savaş verildi: Hüzünlü birçok hikâyeye ev sahipliği yapan bu dönem, savaşın ardından kısmen mübadele ile geri döndürülemez bir seyre sokuldu. Ulus devlet inşasının tüm günahlarını tespit etmek kaydıyla bu süreçten utanmamız gerektiğini, onun kimi olumsuz sonuçlarından kendimizi sorumlu hissetmemiz gerektiğini doğrusu düşünmüyorum. Tersine bağımsızlığımızın geri kazanılması süreciyle gurur duyuyorum. Dahası bu politikanın işe yaradığına da inanmıyorum. Çünkü nerede asli unsurlar, suçluluk kapanında tutulmak istense orada tersine bir reaksiyon ortak kazanımların tümünü yok etme pahasına yükseliyor. Haklı haysiyet talebi, sağ siyaset tarafından manipüle edilip kitle hareketi olarak örgütleniyor ve süreç tüm demokratik aktörler için daha olumsuz bir yöne sapıyor. Bu da videolarda biriktirilecek itaatsizliklerin sayı ve etkisinin gün be gün azalması demek. Çoğulcu olmak isterken tekçiliği inşa ediyor olabiliriz; bkz. İtalya’daki son seçimler…
Tam bu noktada işlere dönebiliriz: Marco Scotini’nin ‘İtaatsizlik Arşivi’ projesi video temelli işler ve aslında süreğen bir çalışmanın son halkası, o yüzden parantez içinde “Ders Bitti” başlığı yer alıyor. (Yine mekân üzerinden yanlış bir referans.) Scotini’nin “ekoloji, isyancı arşivleri, muhalefet meta arşivi, radikal pedagoji ve feminizm cinsiyet politikası” üzerine kavrayışları aslında son derece etkileyici. Kendisi 1964 İtalya doğumlu, Milan’da yaşayan bir küratör, yazar ve sanat eleştirmeni. Scotini, FM CCA’da (Milan) Sanat Direktörü ve NABA (Nuova Accademia di Belle Arti) Milan/Roma’da Görsel Sanatlar Bölümü Başkanı olarak da görev yapıyor. O, “araştırmalarının yanı sıra yürüttüğü eleştirel ve kültürel faaliyetleri, ekoloji, sömürgecilikten çıkış ve toplumsal cinsiyet gibi farklı eleştiri vektörleri aracılığıyla, sanatsal üretimin ve küratöryel politikaların dahil olduğu modernitenin retoriğini ve ideolojik gizemlileştirme pratiklerini yapısöküme uğratmayı hedefliyor.” Bu kısım, ilk yazıdaki “kavrayış” kısmına denk geliyor.
Aslında İtaatsizlik Arşivi‘nin farklı versiyonları daha önce Riga Art Space (Letonya); MIT Program in Art, Culture and Technology (ABD); Castello di Rivoli Museum of Contemporary Art (İtalya) ve Bildmuseet, Umeå (İsveç) gibi kurumlarda sergilenmişti. Bir versiyonunu da 2014’te SALT: Beyoğlu’nda, Herkes İçin Mimarlık oluşumunun da desteğiyle sergilenmişti. SALT’taki sergileme dikkati videolara odaklamaya imkân sağlıyordu ve mesaj izleyiciye rahatlıkla geçiyordu. Burada ise yerleştirmeler ne kadar akıllıca olursa olsun, mekân işleri de kuşattığı için istenen etki sağlanamıyor. Ben doğrusu binanın mevcut durumundan çok videoların bu etkiyi sağlayamamasına üzülüyorum. Çünkü Scotini’nin projesi aslında kolektivizmin gücünü betimliyor: Belgeleyerek ve arşivleyerek, “kapitalist mekân ve tüketim kültürüne karşı bir öz-konumlandırma” tarifi bu çalışmalar. Ve beni, rehberinizi, oldukça heyecanlandırıyor. Çünkü bunlar günümüz için özellikle çok güçlü ve yerinde temalar.
Metnin başında diğer cebimize “içerme” sözcüğünü koyacağız demiştim, yeri geldi: İçerme; içine alma, kapsama, hâvî ve şâmil olma demek. Aynı zamanda kefil olma, taahhüt etme, tekeffül etme anlamları da var. Feylesofça söylersek “bir şey, başka bir şeyin varlığını gerektirdiğinde, biri ötekini ister istemez düşündürdüğünde, ihtivanın ötesinde tazammun ettirdiğinde” içermeden bahsetmiş oluyoruz. İtaatsizlik Arşivi de sergilendiği mekânda bu bahisle kuşatılmış oluyor. Videolar bizi içerek ve başkalaştıracakken, mekân videoları içeriyor ve bizi tersine savunma dürtüsü ile hareket etmeye itiyor. Sara Ahmed, bir kitabında “ötekilerin” nasıl duyguların nesnesi haline geldiğini incelemişti. Böyle bir mekân içinde bu sergileme nesne haline getirilen “öteki”ye de duygusu kontrol edilmeye çalışan ziyaretçiye de açıkçası haksızlık. Üstelik o denli fotoğraf veren –analog ya da dijital, inanın fark etmez –mekân ve diğer gösterenler dikkati çaldığı için videolara yönelmek, ne kadar söylemsem az, mümkün olmuyor.
Peki, gezilmeli mi? Kesinlikle! Tam da bu kapsam ve niyetin üzerinde çalışmak için, tam da kendi duygularımız üzerinde söz ve hak sahibi olduğumuzu dostlarımıza göstermek için…
Bölüm l – Gazhane, Boğatepe ve Bir Umut Olarak İnisiyatif
Bu ilk yazıda odağa Bienal mekânlarından Hasanpaşa Gazhanesi’ni ve orada sergilenen çalışmalardan Boğatepe’yi almak istiyorum. Bu bağlamda son bir kez küratöryel metne referans verelim: “Toplumsal etkileşim aksadıkça, yeniden başladıkça ve sanal kanallara göç ettikçe, bizler yeni mesafeler üzerinden özen göstermeyi, paylaşmayı ve konuşmayı öğrendikçe, toplumsal kültürlerimizi koruyan ve canlandıran inisiyatifler aracılığıyla, bize kucak açan mekânlarda bir araya gelmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu da anlıyoruz.” Bu tümceden benim anladığım şu: 1) İletişim kanallarımız değişiyor. 2) Bu yeni kanallara özgü kural ve kaideleri öğreniyoruz. 3) Bu sırada kültürümüz aşınıyor. 4) Bu aşınmaya set çeken inisiyatifler var. 5) Bu inisiyatifler sayesinde geleneksel iletişim kanallarına duyduğumuz ihtiyacı anımsıyoruz.
Hasanpaşa Gazhanesi’nin büyük ölçüde böyle bir inisiyatif tarafından kamuya kazandırılmış olduğunu unutmamalıyız. Burası, 19. yüzyılın sonunda Anadolu Yakası’na enerji sağlayacak havagazının üretimi için kurulmuş İstanbul’daki birçok gazhaneden biriydi. Havagazının verim ömrünü tamamlaması ve ona talebin ortadan kalkmasıyla 1993’te bütünüyle kapandı. 130 yıllık yapı stoku, başta mahalleliler ve Gazhane Çevre Gönüllüleri’nin olduğu çeşitli toplumsal aktörlerin uzun soluklu mücadelesi, ardından da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü çok yönlü restorasyon projesiyle 2021’de İstanbul’a bir müze ve kamusal alan olarak kazandırıldı. Proje, Afife Batur’un danışmanlığında ve Gülsün Tanyeli ile Kani Kuzucular’ın yürütücülüğünde çok sayıda uzmanla (burada özellikle Yıldız Salman, Deniz Aslan ve Feridun Çılı’yı analım) sürdürülmüştü. Yenileme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden mimar, mimarlık tarihçisi ve eğitimci Afife Batur’un adı bugün Gazhene’deki kütüphanede yaşıyor, kendisini saygıyla yad edelim.
Belki de Gazhane, mücadele eden bir inisiyatifin somut kazanımıyla sonuçlanıp kentlilere armağan edildiğinden burada yer alan çalışmaların önemli bir kısmı bu “inisiyatif teması”nın ve “sürdürülebilirlik arzusu”nun etrafında kümelenmiş durumda. Burada değindiğim üzere özellikle Boğatepe’ye dikkat çekmek istiyorum; öncelikle sürecin gerçek öznesi bütünüyle yerel unsurlar olduğu için. İkinci olarak bu çalışmaya ilişkin bütüncül kavrayış Gazhane’deki diğer çalışmaların duyumsanmasını da kolaylaştırdığı için. Boğatepe Gelecek Sözleşmesi, Kars’ın Boğatepe köyünün 1930’lardaki Köy Enstitüleri deneyiminden de esinlenen özgün ve güncel deneyimiyle diyalog kuran bir yerleştirme olarak tanımlanabilir. Burada sanatçı Fernando Garcia-Dory’nin kavrayışı ile karşı karşıyayız. Şu noktada “kavrayış” sözcüğünü özellikle kullandım. Zira bu sözcüğü kavram düzeyine taşımak istiyorum. Çünkü günümüz sanat ortamında yer yer, bienallerde ise sıklıkla karşımıza ya (kaydedilmiş yahut canlı) bir performans ya da bir kavrayış çıkıyor. Bir eser/yapıt değil ya da yalın, tekil, biricik olup önemsizmiş gibi tınlayan bir iş de değil. Kavramsal da olsa sanatın tekilliğinden ziyade bir durumun, sürecin, niyetin ve/veya politikanın yarı-metinsel, yarı-görsel, kimi zaman da işitsel öğelerle desteklenen kavranışı… Bu kavrayış, takdim edildiği yere göre kolaylıkla biçim değiştirebiliyor, dahası biçim onun tanımlayıcı özelliklerinden biri hiç mi hiç değil (onu kavramsal sanattan ayıran diğer iki olgu, üstelik çok daha gevşek). Dürüst olmak gerekirse onun kavramsal sanatın, sanat tarihinde belli bir döneme işaret eden yüklerinden arındırılmış şimdiki zaman rahatlığı olarak görmek de mümkün. İlavesi var: O bu yanıyla modellenebilir estetik ölçütlere ya da (artık) şok edişin anlık aşkınlığına değil; izleyici/ziyaretçi ile (tarihsel bir) pozisyonda ortaklaşma arzusuna dayanıyor, kendi meşruiyetini burada inşa ediyor. Belirgin başka hiçbir niyeti de yok gibi. Telakkiyatını ortaya döken bakınız dipnotu olarak sanat: Bu yanıyla çoğunlukla karşımızda etnografik, antropolojik, sosyolojik, psikolojik, arkeolojik ya da bu örnekte olduğu gibi agroekolojik bir deneyimin ifadesi yer alıyor. Bu deneyimin hemen her seferinde akademik araştırmanın derinliğiyle değil; eski bir ifadeyle, hayatın içinde sınanmış oluşuyla kendi meşruiyetini inşa ettiğini de ayrıca vurgulamalıyız.
Agroekoloji, aslında tarımsal üretim sistemlerine uygulanan ekolojik süreçleri inceleyen akademik bir disiplin olarak yorumlanabileceği gibi tarımsal ekosistemlerde yeni yönetim yaklaşımları öneren bir hareket olarak da tanımlanabilir. Tam da bu noktada yani akademik ve politik olanın kesiştiği yerde Boğatepe deneyimi ve onun Bienal’deki “sanatsal” ifadesi karşımıza çıkıyor. Bu “sanatsal” ifade, dediğim gibi 1978 Madrid doğumlu Fernando Garcia-Dory’nin kavrayışı, çünkü o bir sanatçı olarak “peyzaj ve kırsaldan, kimliğe dair arzu ve beklentilere, krize, ütopyaya ve sosyal değişim potansiyeline, birden çok bağlamda ortaya çıktığı şekliyle günümüzde kültür ve doğa ilişkisi üzerine” çalışıyor ve onun yaptığı “köyden gelen farklı malzeme ve öneriler arasında bağlantı kuran bir yerleştirme” gerçekleştirmek. Ayrıca sanatçı, “topluluğun kendi içindeki örgütlenmesini yansıtmanın yanında komşular, çayırlar, hayvanlar ve otlama güzergahları, toprak yönetimi, peynir ve peynirle ortaklık eden biyokimyasal süreçler ve mantarlar arasındaki köksap tarzı ilişkiler bütününü ortaya koyuyor.” Burada köksap sözcüğü üç şekilde karşılanabilir: İlki, Jung’a referansla hayatın görünmeyen yeraltındaki doğası; ikincisi Deleuze ve Guattari’ye referansla bilginin araştırılma, sunulma ve yorumlanma süreçlerinin birbirleriyle yatay ilişkiler kuran çokluk dizileri oluşturması ve nihayet üçüncü olarak bu adlardan hareketle bir dizi siyaset düşünürünün önerdiği haliyle hiyerarşik olmayan kümeleme yöntemlerinin (aslında ütopik) karşılığı.
O hâlde bu noktada kavrayışın nesnesine bakmak yerine kavrayışa kaynaklık eden deneyime odaklanmak daha elzem: Bu yazıya Boğatepe köyünde çekilmiş bazı fotoğrafları koyma sebebim tam da bu. Deneyime gelirsek, Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği, köy yaşamını canlandırmak ve tersine göçü başlatmak amacıyla 2000 yılında Kars’ın Boğatepe Köyü’nde kuruluyor. İlk dikkat çeken dernek üyelerinin büyük çoğunluğunun kadın oluşu. Dernek, kadınların köylerine gelen misafirlerle sosyalleşmelerini ve kendi ekonomik özgürlüklerini kazanmalarını sağlamaya çalışıyor. Sürdürülebilir bir model oluşturmak için köydeki kadınlara (üye olmayanlar dahil) çalıştıkları alanla ilgili iletişim becerileri, temel düzeyde tababet gibi birçok eğitim ve mentorluk desteği sağlanarak kapasite geliştirme çalışmaları yapılıyor. Çeşitli eğitim programları kadınların görüş, öneri ve ihtiyaçları doğrultusunda tasarlanıyor. Programlara katılımda gönüllülük ilkesi belirlenmiş durumda. Ayrıca derneğin iç işleyişi ve köyde yürütülen kahvaltı/ağırlama faaliyetlerinin koordinasyonu, kadınların kooperatif faaliyetleri için gerekli olan iş birliği ve yönetişim mekanizmasını doğrudan deneyimlenmelerini sağlıyor. Boğatepe köyündeki bu iyi uygulama sosyal kooperatifçiliğin temel ilkelerini benimseyen, kooperatif gibi yönetilen, gönüllü ve açık üyeli, demokratik üye kontrolünü sağlayan başarılı yönetişim, iş birliği ve etki modellerinin hayata geçilebileceğini örnekliyor. Boğatepe’de geleneksel peynircilik uygulamalarının sürdürülmesine katkıda bulunmak, peynir festivalleri ve sempozyumlar düzenlemek için de kullanılan bir Peynir Eko-Müzesi’nin yerel unsurlar tarafından hayata geçirildiğini; derneğin bölgede turizmi canlandırdığını ve son olarak tersine göçü başlattığını vurgulamalıyım.
Gazhane’den paylaştığım fotoğraflarla köyde çekilmiş fotoğraflar arasındaki ilişki aşikâr: Formu, malzemeyi ya da niyeti Bienal bize takdim ediyor, köy fotoğrafları asıllarını veriyor.
Yine Gazhane’deki Arazi Kolektifi ve Topolojik Atlas’ın izniyle gayet başarılı şekilde gerçekleştirilen Yerinden Edilme Hali: Dolaşık Topografyalar’a; Konda Araştırma ve Danışmanlık’ın Harman yerleştirmesi yukarıda özetlenen kavrayış yaklaşımıyla rahatlıkla özümsenebilecek görülmeye değer çalışmalar. Bu ve benzeri inisiyatiflere öykünen –Ahmet Öğüt’ün Silent University’si gibi– sanatçı girişim ve sunumları da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Bahsi geçen bu örneklere Gazhane’de gezinirken daha bir dikkat edebilirsiniz.
Yine de bitirirken şunu dile getirmek bana daha önemli gözüküyor: Çoğu zaman toplumsal, ekonomik ve politik basınçlar demokratik ve ilerici kamuoyunu umutsuzluğa sürüklüyor; oysa dirayetli insanların elinde umut, inisiyatif alındığında, pekâlâ yeşerebiliyor. Boğatepe, bunun şu ana kadar çalışan iyi bir örneği…
Oktay Orhun
Sanat Tarihçisi ve Yazar