Sanatçımız Coşkun Sami Art50.net için kaleme aldı, keyifli okumalar.
Beş yüz yıl önce, tam 37 yaşındayken 6 Nisan 1520 yılında Roma’da vefat eden, çağdaşları tarafından “Ressamların prensi”, “İlahi ressam”, Il pittore divino Rafael’in dünyasıyla tanışıklığın kapısını aralamak için dönemin dedikodularına kulak vermek yeterli.
Bir hayli ilginç bu olağanüstü zaman dilimi için “Rönesans” terimini ilk kullanan, dönemin önde gelen sanatçılarının biyografilerini yazan Giorgio Vasari’ye göre Rafael, ateşli bir aşk gecesinin ardından hastalanınca nedenini gizledi ve dinlenmesi gerekirken, doktorlar tarafından hacamat gibi yanlış tedavi uygulaması sonucunda daha da zayıf kalarak hayatını kaybetti. Aslında ressamın ölümüne, dönemin Roma’sında oldukça yaygın olan sıtmanın neden olduğu düşünülüyor ama Vasari’nin bu bilgiyi yaklaşık 30 yıl sonra aktardığını düşünürsek, taşradan gelip kısa ömründe papaların ilk tercihi haline gelen, ünü tüm İtalya’ya yayılan, ondan yaşça büyük Michelangelo ile rekabet eden, atölyesinde 50’den fazla yardımcısı bulunan, kendi sarayında yaşayıp adeta prens gibi hayat süren Rafael’in arkasında bıraktığı efsanede gerçek ile dedikodunun karışması da kaçınılmaz. “La Fornarina” olarak bilinen intim bir portre ressamın atölyesinde meraklı gözlerden uzak bir şekilde saklanmıştı ve rivayet odur ki orada gördüğümüz kadın, Rafael’in tutkuyla aşk yaşadığı bir fırıncının kızı olan Margherita Luti’dir. Güzelliğini klasik kanonlara uygun bir şekilde, bir Venüs edasıyla gururla sergilerken koluna bağlanmış kurdelede yer alan Rafael’in adı, neredeyse bir aidiyeti ve karşılıklı bağlılığı herkese ilan ediyor.
Yine Vasari’den öğrendiğimiz bir başka detay: Bankacı Agostino Chigi’nin sarayında duvar resimleri yapması istenen ressam, sevdiği kadından ayrılmaya o kadar isteksizdir ki sevgilisine bir oda ayarlanır ve orada kalmalarına izin verilir bu sayede sipariş tamamlanır. İşte bu bilgi zamanla öylesine bir hal aldı ki söz konusu hikâye, papanın şahsi dairelerine kadar uzanarak Vatikan’da aşk yaşayan “zampara” ressam miti doğuverdi. Bu mit, romantize edilerek günümüze kadar sürdü ve popüler basın tarafından beslendi; Klimt, Picasso, Jeff Koons gibi çeşitli sanatçılarla ise adeta özdeşleşti. Vatikan’ı gezerken Rafael’in duvar resimleri için “Bunu herkes yapabilir” diyen Picasso, seksen yaşını aştığı bir zamanda yaptığı erotik baskılarda Rafael’i ve sevgilisini Vatikan’da bir sevişme sahnesinde betimledi, hatta yatağın altına da röntgencilik yapan Michelangelo’yu yerleştirdi.
Peki gerçek öyle miydi, böylesine pitoresk detaylarla anlatılan Rafael’in bu şekilde tanınması hak edilmiş bir ün müydü? İhtimaldir ki Rafael, bulunduğu sosyal konuma uygun bulunmayacak bir fırıncı kızıyla açıkça evlilik yapamayacağı düşünüyordu. Zaten bir kardinal kızı olan Maria Bibbiena ile nişanlıydı, ancak yıllarca çeşitli bahanelerle evlilik seremonisini erteletip bekletmişti, bu bağlılıktan ancak Maria’nın zamansız ölümüyle kurtulabildi.
2000’lerin başında “La Fornarina” üzerinde yapılan detaylı incelemelerde resmedilen kadının parmağında -sonradan yardımcılar tarafından üzeri kapatılan- evlilik bağını temsil ettiği düşünülen zarif bir yüzük keşfedilip ortaya çıkarıldı. Yine o araştırmalar esnasında bulunan belgelerde, Rafael ve Margherita Luti ikilisinin gizlice evlendiği, ressamın ölümünden dört ay sonra dul kalan eşin bir manastıra kapandığı ve fazla zaman geçmeden, 1522’de kendisinin de hayata veda ettiği anlaşıldı.
Bir sadakat ve bağlılık hikayesi magazin dedikodusuna dönüşmüştü ve Rafael’in bir başka özelliğini daha gölgeliyordu. Çağdaşları tarafından son derece zevkli, kültürlü ve cömert olarak tarif edilen bu önemli Rönesans kişiliği, öğrencilerine her daim yardım etmiş, aldığı siparişlerin yapımına onları da katarak hayatlarını sürdürmelerine destek olmakla kalmamış, ölüm döşeğindeyken kazandığı kayda değer serveti aralarına bölüştürmüş ve müthiş ününe rağmen alçak gönüllüğüyle herkesin kalbini kazanmıştı. Böylece yalnızca sanatıyla değil, tavırlarıyla da genç sanatçılar için bir ders bıraktı: Tutkularımıza ve meslektaşlarımıza sahip çıkmalıyız.
Rafael, prestij ve şaşaa üzerine kurulu bir papalık makamının inşa zamanında çalıştı. Papaların iddialı siyasi, askeri ve kültürel manevraları Hristiyanlık dünyasını kritik bir ayrılığın eşiğine getirmek üzereydi. Muazzam harcamaların yol açtığı ek vergilerin yanı sıra, kilisenin satışına başladığı “cennet tapuları” özellikle Kuzey Avrupa’da güçlü bir tepki gördü ve 1517’de Martin Luther, Wittemberg Kilisesi’nin kapısına çivilediği bildirisiyle Reform hareketini başlatarak iki yüz yıl boyunca sürecek kanlı bir ayrılığın ilk tohumları atıldı.
Fakat bu buhrandan hemen önce, sanatçılar adeta bir altın çağ yaşadılar. Tüm Hristiyanlığın vergileri Vatikan’a akıyordu. Rafael, Michelangelo ve Bramante’nin ustalıkları sayesinde Roma bir “hazine şehir” haline geldi. Bir harcama çılgınlığı başlatan II. Julius tarafından Roma’ya davet edilen Rafael, bu papa için yaptığı olağan dışı portre ile beğeni ve ün kazandı. Julius’un halefi, dönemin en önemli ailelerinden biri olan Mediciler’den gelen X. Leo’nun da yetenekli ellere ihtiyacı vardı ve Rafael her konuda çözüm sağlıyordu: duvar resimleri, panolar, halıresimler, portreler, Madonnalar, dini resimler… Ressam kişiliğinin yanı sıra, bugünlere fazla kayıt kalmadığı için daha az bilinen bir mimarlık becerisi de vardı. Latincesi çok iyi olmadığı için o dönemde dolaşımda olan ve neredeyse tek kuramsal eser olan Vitruvius’un “De Architectura”sını İtalyancaya çevirtti. Entelektüel zümre antik dünyanın felsefesini ve tarihini çözümlemeye çalışırken, yeni bulunan eserler bu çağlar arası diyaloğu daha da ilginç hale getiriyordu. Eski Roma saraylarının köhne, karanlık ve çamur dolu grotto’larında bulunan Laocoon ve Apollo heykelleri antik yazarların övgülerini haklı çıkarıyordu. Gündelik hayatın telaşı ise çok daha farklıydı. Antik Roma’nın kalıntıları her yerdeydi ve San Pietro Kilisesi’nin yanı sıra sivil sarayların inşaatları için de fütursuzca yağmalanıyordu. Forum’daki fırınlar heykelleri, sütunları ve açıkta kalan başka ne kadar mermer varsa kirece ve inşaat malzemesine dönüştürüyordu.
Bu yağmaya dikkat çekmek için Rafael, yakın arkadaşı şair Baldassare Castiglione ile birlikte papaya bir mektup yazdı. Mektup, güçlü argümanlarla Colliseum gibi eski anıtların taş ocağı, heykellerin harç olarak kullanılmasına izin verilmesine karşı çıkıyordu ve Antik Roma başyapıtlarının bozulmasından duyulan umutsuzluğu ve acıyı ifade ederken, Roma’nın mimari mirasının önce haritalanması, devamında envantere alınıp restore edilmesi ve korunmasıyla ilgili somut öneriler içeriyordu. Mimar ve ressamın teknik bilgisiyle şairin zarif dili mükemmel bir ikna aracına dönüştü fakat bu iddialı plan, Rafael’in 1520’deki zamansız ölümüyle hiç hayat bulamadı. Mektup 1773 yılına kadar raflarda kaldı ve önemi ancak yüzyıllar sonra anlaşıldı. 1948 yılında kabul edilen İtalya Anayasası’nın 9. Maddesi’nde yer alan kültürel varlıkların korunmasıyla ilgili hükümler, Rafael’in ruhunu huzura erdirmiş olmalı. Böylece şehir plancıları, mimarlar ve kültür operatörlerine bırakmış olduğu ders ise şu oldu: Her şart altında bizden önceki dönemlerin mirasına sahip çıkmalıyız.
Çağdaşları, Rafael’e bizzat Tanrı’nın dokunduğuna inanıyordu. Zaten vefat ettiği gece meydana gelen bir deprem Roma’yı sallamış, Vatikan’da yaptığı bazı freskler çatlamıştı, bundan daha doğal bir açıklama olamazdı. Patronlarının gözünde ise güvenilir, üretken ve yenilikçiydi. Leonardo’nun sfumato’sunu ve yumuşak geçişlerini, Michelangelo’nun enerjisini ve hareket anlayışını armonik bir üslupta birleştirmişti. Kısa hayatına rağmen imza attığı eserler, modernizm günlerine dek akademik resmin mihenk taşı sayıldı.
Sıradan sanat izleyicisi için artık çözülmesi neredeyse imkânsız renk, jest ve nesne kodlarından yarattığı karmaşık resim evreni, çağdaşları için sonsuz bir temaşa ve referans ağına dönüşüyordu. Halbuki “Yüksek Rönesans” olarak adlandırılan o dönemde yaşayan diğer iki büyük isme nazaran, Rafael’in adını (popülerlik anlamında) artık çok daha az duyuyoruz. Bir zamanlar yarattığı heyecanı artık yalnızca sanat tarihi profesyonellerinde veya Kenneth Clark’a özenen “yüksek sanat” amatörlerinde görebiliriz. Yine Picasso şöyle demişti: “Rafael gibi resim yapabilmem dört yılımı, çocuk gibi resim yapabilmekse bütün ömrümü aldı.” Bu ilgisizliği ve hor görmeyi, estetik beğeniyi klasik Rönesans sanatının ölçütlerinden ve düşünsel zemininden koparan modernizme mal edebiliriz. Belki de Susan Sontag’ın işaret ettiği gibi, artık “aklı başında olan”ın yerine geçici, histerik, sağlıksız olanın verdiği hissi tercih ediyoruz.
Dini alegoriler veya anlatılan hikayeler hakkında bir fikri olmayan çağdaş izleyici için Rafael’in eserleri Rönesans’ta kalmış olabilir ama yine de, kendi adıma dürüst olmam gerekirse, bazılarına göre fazla yapay ve kiç gibi görünen Rafael Madonnaları’ndaki hoşgörü, sakinlik ve sıcak anne sevgisi veya “Donna Vellata”daki giysinin modlesi, “Sistine Madonnası”ndaki Meryem ve İsa bebeğinin sanki şaşkın ve naif bakışları, drapelerin zenginliği, lapis lazuli ile karminin sürpriz ve atipik kombinasyonları gibi binlerce detayla keyifli saatler geçirmek hala mümkün.
Böylece Rafael’in koleksiyonerliğe adım atmak isteyen sanatseverlere verebileceği üçüncü dersi de şu şekilde özetleyebiliriz: Ön yargısız ve bilinçli bir şekilde görmeyi kabul edersek, gelip geçicilik ile göreceli sonsuzluk arasında bir yer bulmak adına sanatla tanışmak için hiçbir zaman geç değil.
Coşkun Sami