Prof. Dr. Aylin Seçkin’in Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yürüttüğü Sanat ve Kültür Ekonomisi dersi kapsamında düzenlediği röportaj serisi mimariyi, medya sanatlarını ve yapay zekayı, teknoloji ve sanat ekseninde birleştirdiği eserleri ile uluslararası sanat çevrelerinin ilgisini çeken Refik Anadol ile devam ediyor.
1985 yılında İstanbul’da doğan Refik Anadol, Bilgi Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardında halen öğretim görevlisi ve araştırmacı olarak çalıştığı UCLA’de akademik çalışmalarına devam etti. Anadol’un kamusal alana yoğunlaştığı pratiğinde yer verdiği veri heykelleri, fiziksel ve dijital olan arasında yarattığı ilişki ile kapsamlı bir görsel-işitsel deneyim sunuyor. Bir medya sanatçısı ve tasarımcı olan Anadol, işlerinde çağdaş kültürün dönüşümüne ve mekanın yeni bir estetik dil, teknik ve dinamik bağlamında incelenmesine sıklıkla yer veriyor. “Makine Hatıraları: Uzay” isimli kişisel sergisi 19 Mart – 25 Nisan 2021 tarihleri arasında Pilevneli Dolapdere’de görülebilecek olan sanatçı, NASA ile işbirliği içerisinde ürettiği çalışmaları ile izleyicileri makinelerin zihninde yeni bir yolculuğa davet ediyor.
(Refik Anadol’un ”Makine Hatıraları: Uzay” sergisiyle ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.)
Seçkin ve Anadol’un sanat pratiği ve çalışmaları üzerine gerçekleştirdikleri buluşmanın kısa bir özetini sizler için hazırladık.
Aylin Seçkin: Öncelikle bize katılmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Bize eğitim geçmişinden biraz bahsedebilir misin, Bilgi Üniversitesi mezunu olduğunu sık sık gurur ile dile getirdiğini biliyorum.
Refik Anadol: Herkese tekrar merhabalar, bugün aranıza sekiz yıldır yaşadığım California’dan katılıyorum. Şu an ikinci güzel sanatlar yüksek lisansımı tamamladığım UCLA’in Design Media Arts departmanında eğitim vermeye devam ediyorum aynı zamanda on iki kişilik bir ekip ile beraber çalıştığım bir stüdyom var. Sanat pratiğim aslında 2008 yılında Bilgi Üniversitesi’nde öğrenciyken şekillenmeye başladı. Üniversite öğrencisi olarak ilk deneyimlerimi, birbirinden oldukça farklı disiplinler ilgilendiğim Görsel İletişim Tasarımı bölümünde gerçekleştirdim. Mezun olduğumda müzik, veri, görsel, video ve metin gibi bilgileri kullanarak kompozisyonlar oluşturabileceğim yazılımları rahatlıkla kullanabiliyordum. Bilgi Üniversitesi kariyerimde oldukça önemli bir yere sahip çünkü bölümümüzdeki en temel yaklaşım istediğimiz metotları ait oldukları metotların egosu altında kalmadan korkusuzca deneyimlemek üzerine kuruluydu. Bir mimar, sanatçı ya da tasarımcı unvanlarının ağırlığıyla değil ama fikirlere odaklanarak üretim yapıyorduk. Egodan kurtulmak ve fikirlerimi gerçekleştirebilmek benim için çok önemli bir başlangıç noktası oldu.
Bilgi’de büyümek bana oldukça yardımcı oldu, öte yandan reklam dünyasına dahil olmak yerine her zaman akademinin içinde kaldım. İşlerin ve unvanların önemli olduğu, sanata herhangi bir pozitif etkisi bulunmaya bu oluşumlardan uzak durarak ruhumu temiz tutmaya çalıştım diyebilirim. Akademi bir anlamda bana ve arkadaşlarıma yaratıcılığımızı sürdürebileceğimiz bir alan sundu. Bilgi Üniversitesi’ne akademide bu kadar uzun süre kalmamı sağlayacak olanakları sunduğu için oldukça minnettarım. İlk güzel sanatlar yüksek lisanımı da Bilgi Üniversitesi’nde tamamladım. Bu süreçte, 1970 ve öncesinden başlayarak sanatın ve teknolojinin kesişimindeki dijital sanat işlerini bünyesinde barındıran ZKM müzesinin temsilcisi Bernhard Serexhe ile çalışma fırsatı buldum. 2008’de birçok insanın video yansıtma tekniği hakkındaki fikirlerini değiştiren ilk projemi hayata geçirdim. Santralİstanbul’un müze binası ile tamamen eşleşen bu çalışmam binayı yaşayan bir varlık haline getirdim. Sonrasında ise her şey büyüyerek devam etti diyebilirim.
Aslında sanat pratiğimi değiştiren Blade Runner filminden bahsetmek istiyorum. Annem kişiliğimi derinden etkileyen bu filmin VHS kasetini eve getirdiğinde sekiz yaşındaydım. İngilizce bilmeme rağmen gelecekteki mimarinin ve şehirlerin olası görünümleri bana ilham verdi. Aynı zamanda filmde iki androidin kim oldukları, varlıkları ve duygusal etkileşimleri hakkında girdikleri tartışmalar beni çok etkiledi. Aynı, 1993’te, ilk bilgisayarımı aldım. Böylelikle makineler ile hayal kurmaya başlamamın, bilgisayara oyunlarına olan ilgimin ve basit programlama dilleri ile tanışmamın ilk adımını atmış oldum.
2009’da gerçekleştirdiğimiz ve Türkiye’nin ilk medya sanatlarını müze deneyimi ile birleştiren projemizden bahsetmek istiyorum. Proje sürecinde medya sanatlarını mimari ile buluşturmanın yollarını arayan Berlinli sanatçılar ile tanıştım. Aslında yaptığım şey mimarlar ile işbirliği içerisinde hayata dair görünmez veri akışlarını binalara, kamusal alanlara, müzelere ve galerilere yerleştirmek oldu.
Çalışmalarımda sıklıkla görebileceğiniz çerçeveler, yüksek lisans çalışmalarım sırasında ekranın tekdüzeliğinin nasıl ötesine geçebileceğimi dair yaptığım çalışmaların bir sonucuydu. Özellikle Rönesans dönemindeki ressamların mimarlar ile yaptıkları işbirliklerinden ilham aldım. Santralistanbul’da ilk örneği üzerine çalıştığım bu projeden sonra her şey kontrolden çıktı diyebiliyorum. Avrupa’nın birçok yerinde benzer işler üzerine çalıştım.
2011 yılında İstiklal Caddesi’nin seslerinden aldığım veriyi üç boyutlu bir veri-heykeline dönüştürdüğüm çalışmam benim için oldukça önemli bir adımdı. İlk defa ham veri kullanarak üç boyutlu işleri üretmeye başlamıştım ve sonuç olarak Türkiye’nin ve dünyanın ilk üç boyutlu veri-heykelini ortaya koyduk.
Sanıyorum genel anlamda veriden ve yakın geleceği cyberpunk bir tekno-fetiş olarak hayal etmekten ziyade teknolojinin kendisi bana ilham veren şey. Bu makinelerin ve sistemlerin hayatımızı nasıl değiştirdiğine karşı büyük bir merak besliyorum. Makinelerin bize ne zaman uyuyacağımızı, ne yiyeceğimizi, dinleyeceğimizi, izleyeceğimizi ve okuyacağımızı söylediği, üzerinde kontrolümüz olmayan yeni varlıklara nasıl dönüşüyoruz anlamaya çalışıyorum. Bununla beraber sanat da değişmeye ve dönüşmeye devam ediyor. Eminim genç jenerasyonlar istedikleri zaman ve istedikleri şekilde veriye ulaşabiliyorlar bu yüzden bana kalırsa resim onların ilgisini çekmek için yeterli olamıyor. John Maeda’nın dediği gibi “Tasarım bir sorun-un çözümü ise sanat soru-nun kendisidir.” Benim için soru ise 21. Yüzyılda yaşayan bir insan olmanın anlamı hakkındaydı. Bütün çalışmalarımın en üst katmanını bu soru oluşturuyor. Aslında çalışmalarımda oldukça basit bir şekilde insanlığın, makinelerin ve çevrelerin kesiştiği, fiziksel ve sanal ortamların birleştiği bir bağlama yer veriyorum.
Aylin Seçkin: Harika, California Üniversitesi’nde EEG tekniklerini kullanarak ürettiğin projenin detaylarını merak ediyorum.
Refik Anadol: Çok önemli bir soru çünkü Amerika’ya taşındıktan sonra hayalim bir stüdyo açmaktı çünkü hiçbir zaman yalnız çalışmayı sevemedim. Ancak stüdyo açmak uzun soluklu bir operasyon ve Jeff Koons tarzında bir stüdyodan ziyade yaratacağım ortamda beraber düşünebileceğimiz, hayal kurabileceğimiz bir atmosfer yaratmak istiyordum.
Aylin Seçkin: Bahsettiğin master programı için California’ya gitme kararı verdiğinde Amerika’ya yerleşmek planların arasında mıydı? Bu süreçteki halin kararlı mıydı yoksa tereddütlerin var mıydı?
Refik Anadol: İstanbul Tasarım Bienali’ne katıldıktan sonra açıkça söyleyebilirim ki kendi sınırlarımın ve neler yapabileceğimin farkında vardım. Kendimi açıkça sorgulamaya ve daha büyük bir ekip ile üretebileceklerimi düşünmeye başladım. Bugün fazlasıyla örneklerini gördüğümüz ışıltılı piksellerden oluşan yüzeyleri yaratmak fazlasıyla kolay ancak derinleşmek ve yüzeyin altını doldurmak ancak araştırma yapmak, kararlı olmak ve akademide vakit geçirmek ile mümkün olabiliyor. Eğer ki kamusal alanda çalışıyorsanız en önemli nokta yalan söylememek çünkü dürüst olmak yaratıcının sorumluluklarından biri. Çoktan bir galerinin ya da müzesinin kapılarını açarak ve sanat eserleri ile bu ortamda karşılaşmanın geçmiş yüzyıla ait düşünceler olduğunun farkındaydım. O dönemde İstanbul Bienali’nde işlerim sergilenirken daha sonra UCLA’deki eğitimim sırasında akıl hocalarım olacak olan Greg Lynn ve Christian Moeller işlerimi görmüşler ve oldukça ilgilerini çekmiş. Altı ay boyunca üzerine düşünüp Türkiye’deki belirli imkanlar ile üç haftada ürettiğim bu çalışmamdan sonra Amerika’ya gitme fikri doğdu diyebilirim çünkü Avrupa’daki okullar bana yeterince hırslı gelmiyordu. MIT, Harvard ve UCLA’den aynı anda kabul aldım ancak benim odaklandığım konu beraber çalışabileceğim bir mentor bulmaktı. UCLA’nin kendi alanlarına öncülük etmiş hocaları ile beraber çalışmak ve stüdyo kurabilmek için California’ya taşındım. Yola çıktığımda rastgele çalışmalar yapmak yerine veri ve yapay zekayı kullanarak kamusal alanda sanat eserleri üretmek gibi bir hayal vardı ve tam olarak bu noktada her şey netleşti diyebilirim.
Konuşmanın tamamına bu link üzerinden !F==X7N$ şifresini kullanarak erişebilirsiniz.
Hazırlayan: Badenur Özcan
Refik Anadol Kapak Görseli, Fotoğraf: Efsun Erkılıç