Özlem Avcıoğlu bilindik “çok gezen mi, çok okuyan mı” tartışmasını dopdolu hayat tarzıyla alt ederek hem çok gezip, hem de çok okuyanlardan. Kendisi, bir çok alanla aynı anda ilgileniyor. Hepsini de ustaca harmanlamayı başarmış. Onu “sofistike seyyahlar”a fikirler sunmak için kurduğu travelmodus.com adlı sitesinden, kurucu ortağı olduğu tasarım dükkanı Haaz’dan, seyahat üzerine yazdığı onlarca yazıdan ve Instagram hesabından tanıyor olabilirsiniz.
Avcıoğlu’nun engin seyahat tecrübeleri ve sanata olan ilgisi gözümüzden kaçmadı. Onunla Pekin’den Basel’e yaptığı sanat seyahatlerinden, kayak gezisi sırasında rastladığı sergiye, Jeff Koons tasarımı özel bir tekneden Instagram hesabına kadar uzanan nefis bir söyleşi yaptık.
Seyahat tutkunuz nasıl başladı?
Çok seyahat eden bir anne-babanın kızı olarak doğdum. Hatırladığım en eski hatıram 4 yaşındayken yaptığımız 3 aylık Almanya – Avusturya gezisidir. Küçüklüğümden hatırladığım diğer şeylerse anneanne ya da teyzeye bırakılma, sürekli seyahat eden bir anne-baba ve onların gittikleri yerden gönderdikleri kartpostallar. Paris’ten, Londra’dan, biz şuradayız, biz buradayız diye gelen mektuplar… Benim babam mobilya işi ile uğraşıyordu. Mobilya fuarı için annemle Milano’ya giderlerdi. Seyahat etmek uğruna 10 küsür sene çocuk yapmamışlar.
Anne-babanızın tutkusunun sizdeki etkileri neler oldu?
Ben çok meraklıyım. Her zaman bir yerlere gitme isteğim hep artan bir şekilde devam etti. Sadece klasik yerlere değil, enteresan yerlere gidip orada yaşayanların kültürlerini incelemek çok hoşuma gidiyor. Mesela bir ara Kızılderili topraklarına takmıştım. Önce Utah’tan başladım, arkadan Wyoming ve Seattle’a gittim. Oralara gittiğimde Mormon dini ile de tanıştım. O dini o kadar yakından bilmiyordum. Mesela hiç kimsenin giremediği Mormonların şehri olan Arizona City’ye girdik, hatta arabayla girip taşlandık bir keresinde. Onlar hala 1920’lerdeymiş gibi yaşadıkları için… Dönem dönem bazı şeylere merak salıyorum ve peşinden gidiyorum.
Gittiğiniz şehirlerde çok alternatif yerleri buluyorsunuz. Herkesin gezdiği yerleri de gezip, lokal tatları keşfediyorsunuz. Bu işin bir sırrı var mı?
Çok araştırma yapıyorum. Gitmeden önce çok fazla okuyorum. Ve benden önce gitmiş, bana yakın insanların fikirlerini alıyorum. Ama hiçbir zaman hiçbir şey birbirini tutmuyor, onlar bana küçük bir rehber oluyorlar sadece. Ben bir şehre ilk defa gidiyorsam, ilk iş o şehrin kitapçısına giderim. Kitapçı şehri söyler zaten. Hiç kitapçı olmayan şehirler de var, saçma sapan kitapçıları olan şehirler de var, çok iyi kitapçıları olan şehirler de.
Bir de eğer bilmediğim bir şehre gidiyorsam konsiyerji çok iyi bir otelde kalmak benim için en önemli şey. Çünkü konsiyerj insana vakit kazandırır, bilgi kazandırır. Konsiyerje soruyorum ama aynı zamanda Wallpaper dergisine de bakıyorum, Timeout’a da, çeşitli sitelere, sanat sitelerine bakıp bir şekilde o şehirdeki iyi kitapçıları buluyorum. O kitapçı ve o kitapçının içindeki şehirle ve o bölge ile ilgili kitaplar zaten bana orası ile ilgili bir fikir veriyor. Ondan sonra hemen başlıyorum okumaya. Lokal dergileri de karıştırıyorum.
En keyifli keşiflerinizden bir tanesini anlatabilir misiniz?
Mesela biz Pekin’e çok bilmeden gitmiştik ve Pekin’in 1 saat dışında küçük bir sanat kasabası keşfettik. Orada şehrin içinde galerisi ve stüdyosu olmayan sanatçıları destekledikleri küçük bir kasaba varmış. Ben bunu Pekin’e gidince öğrenmiştim. Tamamen keşif yapma ve merak duygusu ile bulduk bazı yerleri.
Bir de Pekin’in içinde “798” adlı bir sanat bölgesi var. Benim dünyada en beğendiğim sanat bölgesi. Öyle bir şey hiçbir yerde yok. Koskoca bir mahalleyi sanat bölgesine çevirmişler. 10 yıldır gidip geldiğim bir bölge. Hatta şu an çok ticari bir bölge oldu. Yan masada MoMA ve Guggenheim’dan insanlar konuşuyor. Bu yeri devlet destekliyor. Ataşehir kadar bir yer düşünün. Eskiden Soğuk Savaş sırasında silah fabrikaları olarak kullanılmış. Burayı tamamen boşaltmışlar. Bu büyük depoların içine sanatçıları yerleştirmişler.
Aslında bu çok güzel bir örnek. Değişen, gelişen mahalleleri düşünelim. Bir şehirde bir mahalle gelişiyorsa ilk önce oraya sanatçılar gidiyordur. Niye gidiyorlar? Çünkü stüdyo yerine ihtiyaçları var. Büyük stüdyo yerine ihtiyaç olduğu için 70lerde New York’ta SoHO’ya gitmeye başlamışlardı. Sanatçıyı kafeler, restoranlar ve oteller takip etti…Şimdi SoHO Luis Vuitton, Victoria Secret, GAP dükkanları doldu. Aynı şey New York’taki Meatpacking District için de, Brooklyn’deki Williamsburg için de geçerli. Galeriler ilk önce oralarda başladı, arkadan oraları dopdolu mahallelere dönüştü. Aynı şey bizde Balat’ta oluyor şu sıralar.
Senede ortalama kaç gününüz seyahat ederek geçiyor? Bu seyahatlerin ne kadar iş, sanat veya tatil için?
Aslında hiçbir seyahati ayırmak istemiyorum çünkü ben her şeyi birbirine bağlayan bir insanım. İşim, hobim ve hayat tarzım çok birbirine geçmiş durumda. Biz Haaz’da ufak tefek sanat eserleri ve tasarım objeleri satıyoruz. Bu yüzden zaten gidip bazı yerleri görmek gerekiyor. İkinci neden travelmodus adlı websitem, üçüncüsü ise hobi. Bunların hepsi birbirinin içinde. Onun dışında çoğunlukla teknede geçirdiğimiz yazları da sayarsak senede neredeyse 5 ay seyahatlerle, İstanbul dışında geçiyor.
Özellikle sanat odaklı çıktığınız seyahatler oluyor mu?
Sanat odaklı çıktığım seyahatler oluyor ya da başka bir seyahat, sanat odaklı bir hal alabiliyor. Sanat fuarı için Basel’e gittiğim oldu. Ama gitmişken hemen oradan birazcık yukarıya çıkıp bir müze göreyim, biraz Almanya’ya da geçeyim, oradan da şu hafta sonu bir Neuchâtel’e geçeyim dediğim oldu. Ya da Basel’e gittiğimde dışarıdaki Scope ve Liste fuarlarını geziyorum. Bunlar beni daha çok ilgilendiriyor çünkü Basel Fuar’ındakiler zaten bizim bildiğimiz, gördüğümüz işler.
Mesela bu sene bir gezi yaptık Courchevel’e. Courchevel’in bazı yerlerine sanat eserleri yerleştirmişler (“L’art au fil des sommets” sergisi). Bazı eserler kayakla görülecek yerlerde, en tepedeler mesela. Sonra o gezinin arkasına bir Megève eklendi, oradaki sanat galerileri gezildi.
Sadece sanat için çıktığım seyahatler genelde bienaller. Venedik’i hiç kaçırmıyorum, ne sanat ne de mimarlık bienalini hiç kaçırmıyorum. Çok çok seviyorum çünkü bütün şehir birlikte hareket ediyor. Bir de hiç kaçırmadığım Milano Tasarım Fuarı var. Orada tasarım ve sanat birbirinin içine giriyor. Sadece fuarın kendisinden konuşuyorsak tasarım, fakat şehirde o kadar güzel sergiler oluyor ki…Tasarım ve sanatın iç içe geçtiği yerleştirme eserlerden tutun da, daha neler neler.
Bu seyahatler sırasında karşınıza beklenmedik tesadüfler çıktığı oldu mu?
Seyahatlerimde bazen çok güzel tesadüfler oluyor. Mykonos’a gittiğimde Deste Foundation for Contemporart Art’ın sahibi Yunanlı Dakis Joannou ile tanıştım. Kendisi Hydra adasındaki eski bir mezbahayı bir sanat evine çevirdi. Buraya Maurizio Cattelan geldi, Urs Fischer geldi… Bu sene de başka bir sergi yapıyorlar. Ben mesela burayı görmek için artık rotama Hydra adasını ekliyorum.
Bir de bu bey teknesini Jeff Koons’a yaptırdı. Rengarenk bir teknesi var. Bir gün tekne ile ilgili bir yazı yazacaktım ama bir türlü teknenin resmini bulamıyorum! İnternette bakıyorum, araştırıyorum, hiç bir yerde resmi yok. Teknenin içi de zaten Andy Warhol ve Damien Hirst’lerle dolu. Biz de o sıralarda tesadüf Mykonos’tayız. Bu tekne de beklenmedik şekilde Mykonos limanına geldi. Tekneyi limanına giderken gece gördüm. Sabah ilk iş kalktım ve o teknenin her tarafından fotoğrafını çektim!
Sanatla ilgili en beğendiğiniz ve tercih ettiğiniz mekanlar nereleri?
Ben sanatın hayatın içinde olması gerektiğine inanıyorum. Mesela içinde fotoğraf çekilemeyen, yasaklarla dolu müzeleri hiç sevmiyorum. Bir keresinde İtalya’daki Capri adasına gittik. Capri’de bir otel seçerken ben Capri Palace’yi seçtim. Çünkü içinde İtalyan sanatçıların müthiş işleri var ve sergileniyor. Sanat eserlerinin yaşadığı yerleri seviyorum. Yani eğer gideceğim yerde varsa, bir sanat otelinin içinde kalmayı tercih ediyorum her zaman. Bir otelde gidip de bir Calder’in heykelinin yanında güneşlenmek müthiş bir şey. Tabi bir de MoMA’nın bahçesi var heykellerin olduğu. 20 yıldır kendimi orada huzurlu hissederim.
Türkiye’den İstanbul dışında takip ettiğiniz sanat aktivitesi var mı?
İstanbul’daki belli başlı sanat aktivitelerini hep takip ederim ama İstanbul dışındaki sanat dünyasını pek takip etmiyorum. Mardin Bienali ve Baksi müzesine hiç gitmedim ama görmek çok isterim. Bunların yeterince reklamı yapılmıyor, yapılsa çok güzel olu, çünkü yerler de çok güzel. Ben Mardin ve Diyarbakır’a hayran kalmıştım. Benim ailemin bir kısmı Musul’dan geliyor, belki de onun içindir, bilmiyorum.
Peki, bu senenin sonuna kadar dünyada kaçırılmaması gerektiğini düşündüğünüz bir sanat aktivitesi var mı?
Venedik Mimarlık Bienali var, kesinlikle kaçırılmaması gereken. Venedik’te Prada Foundation’daki sergi müthiş. Hiç mimarlıkla ilgisi olmayan enstrümanlarla ilgili bir sergi. Geçen seneki sanat bienali sırasındaki sergilerine kıyasla, bu sene Prada Foundation müthiş bir sergi yapmış. Yine Venedik’te Ai Weiwei’nin bisikletlerle yaptığı enstallasyon var. Bunlar şimdi sanat mı, tasarım mı diye soruyor insan. Bazı şeyler çok kesişiyor. O yüzden mutlaka ve mutlaka görülmesi gerekiyor. Bu sergiler 23 Kasım’a kadar açık.
Sizin Instagramda binlerce takipçiniz ve çok güzel fotoğraflarınız var. Instagram’ın sizin hayatınızdaki yerini merak ediyoruz.
Instagram benim kendimi ifade ettiğim bir yer. Bence beni çok güzel anlatıyor. Ben instagramı 1.5 sene önce ilk keşfettiğimde bu çok büyük bir şey olacak demiştim. Çünkü dünya dili konuşuyor. Ne facebook, ne Twitter. Sadece resim – görsel ve video var instagram’da. Mesela benim intsagram’da belli bir çizgim var. Gittiğim gördüğüm şeyleri paylaşıyorum. Sadece yer, manzara, mimari ve sanat eseri fotoğrafları. Bunun dışında başka şey paylaşmam. Bir tarzım var ve takipçilerim beni o yüzden takip ediyorlar. Başka bir şey koyduğumda unfollow ediyorlar zaten. Gezi zamanında politik şeyler koyduğumda bana çok tepki gelmişti. Instagram benim keşfettiğim, gördüğüm yerleri aktarmamı sağlıyor. Instagram üzerinden tanıştığım insanlar da oldu. Mesela İtalya’ya çok kez giden biri Spatzio Rossana Orlandi’yi bilmiyormuş, benim instagramımda görüp öğrenmiş. Instagram’da hiç bir filtreme olmadan insanların tepkisini alabiliyorsunuz, ne düşündüklerini görüyorsunuz. Bu güzel bir şey. İnsanları sürükleyici bir yanı var, çünkü herkes sosyal medyada artık.
Kısa Kısa
İlk aldığınız sanat eseri: Qu Guangci’nin melek heykeli.
En çok sahip olmak isteyeceğiniz eser:Bağıran ve gülen adamlar yapan Yue Minjun isimli çinli sanatçının bir eseri.
İlgi duyduğunuz sanat türü: Daha çok 3 boyutlu işleri seviyorum. Resimden çok heykel, ışıklı panolar, video art, enstalasyon beni daha çok heyecanlandırıyor.
Sanatın sizin için anlamı: Sanatın her türlüsü hayatın vazgeçilmez bir parçası.