Prof. Dr. Aylin Seçkin’in Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yürüttüğü Sanat ve Kültür Ekonomisi dersi kapsamında düzenlediği röportajlar serisi kil, bronz ve seramik tekniklerini çağdaş sanatın konu ve olanakları ile birleştiren, toplumsal yapılara dair getirdiği eleştiriler ile dikkat çeken eserleri ile tanıdığımız Johan Creten ile devam ediyor.
1963 yılında Belçika’da doğan Johan Creten, sanata karşı olan ilgisini erken yaşlarda keşfetti. 1985 yılında mezun olduğu Ghent Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nin ardından çalışmalarına Paris Güzel Sanatlar Okulu’nda devam etti. 1980’lerde yükselişte olan kavramsal sanat hareketi ve minimal işlerin aksine seramik ve kilden ürettiği işler sanat çevreleri tarafından tabu olarak nitelendirildi. Creten, uzun yıllardır çalışmalarına yıldır Meksika, Roma, Miami, Amsterdam ve Paris başta olmak üzere farklı merkezlerde devam ediyor. Kili ve seramiği çağdaş sanat sahnesi ile tanıştıran isimler arasında yer alan sanatçının eserleri sosyal, politik ve tinsel konulara odaklanıyor. Büyük boyutlu bronz heykellerden kırılgan kil parçalara uzanan pratiği ile Johan Creten’in eserleri dünya çapında büyük yankı uyandırmaya devam ediyor.
Prof. Dr. Aylin Seçkin’in Sanat ve Kültür Ekonomisi dersi kapsamında çevrimiçi gerçekleştirilen buluşmada ikili Johan Creten’ın sanat pratiği, genç sanatçılara kariyer tavsiyeleri ve sanat dünyasının 1980’lerden günümüze geçirdiği değişimler gibi konulara değindiler. Buluşmanın kısa özetini sizler için hazırladık.
Aylin Seçkin: Sanat eğitiminiz sırasında sanat piyasasının gücünden haberdar mıydınız? Bu sanatçıların genel olarak endişelendikleri bir konu mu?
Johan Creten: Sanat piyasasının bilincinde olmaktan önce sanatçı olduğumun bilincine varma sürecimin hikayesini anlatmak istiyorum. Oldukça utangaç bir çocuk olarak, okul zamanlarımda birçok kez zorbalığa maruz kaldım ancak her zaman bende bir farklılık olduğunu biliyordum. Ellerimle bir şeyler yapabildiğimi, çizebildiğimi, hikayeler anlatabildiğimi ve bunlar aracılığıyla insanların ilgisini üzerimde toplayabildiğimi o yaşlarda keşfettim, yani sanatçı olduğumun farkına varmıştım. O yüzden diyebilirim ki sanat piyasasının ve işin varlığından önce sanatın bilincine doğal yollardan vardım.
Nasıl İstanbul Bienali bir şehrin atmosferini değiştirip insanların hayatlarına etki edebiliyorsa benim için de aynısı Belçika’da doğduğum şehirde açılan bir müze ve tanıştığım insanlar ile gerçekleşti. 11 yaşında resim malzemelerimi satın aldığım dükkanın sahibi çizimlerimi orada yapmamı ve satmamı istedi. Daha sonra çeşitli kafelerde, çiftliklerde ve sokaklarda çizmeye ve işlerimi satmaya devam ettim. Sanat dünyası ile ilk tanışıklıklarım, eserlerimi satabileceğimi ve insanların yaptıklarımla ilgilendiklerini anlamam 18 yaşında girdiğim sanat okulundan çok daha önce keşfettiğim şeylerdi.
Sanat piyasası günümüzde bambaşka bir oluşum haline geldi, sanat okuluna başladığım zaman kimse olayın “iş” kısmından bahsetmiyordu ve sanat dünyasının varlığı hakkında konuşmuyordu, sadece resim yapıyorduk. Bana kalırsa önce iyi bir sanatçı olunmalı iş sonrasında düşünülmeli. Sanatı iyi icra etmek akademi bir öncelik olduğu için “iş”ten bahsetmek uzun yıllar tabu olarak görüldü. Ancak dikkat etmek gereken bir nokta var ki bu tabunun yıkılmasıyla birlikte yeni sanat profesyonellerinin yaptıkları belirli noktalarda sanat eserlerini bir ürüne indirgeyebiliyor.
A.S: 1985 yılında Paris Sanat Okulu’ndan mezun oldunuz, tam da sanat piyasasının en büyük yükselmeyi yaşadığı zamanlarda. Siz yeni mezun, genç bir sanatçı olarak bu yükselişi nasıl deneyimlediniz?
J.C: Aslında resim sanatının ve minimalist eserlerin yükseldiği bir piyasa genişlemesiydi ve ben kilden heykellerden yapıyordum. Benim eserlerimle ilgilenen tek galeri bir çağdaş sanat galerisi değildi, bir “Tribal Art” galerisiydi. O zamanlar sanatın sergilenmesi, sergilendiği mekanlar ve bulunduğu bağlamları sıklıkla sorguluyordum ve benim için eserlerimin satılması, sergilenmesi önemli değildi. Değer verdiğim şey bir sanatçı olarak azmimden ödün vermemiş olmamdı, eğer resim üzerine çalışsaydım belki bugün çok daha tanınan bir isim olabilirdim ama o zaman Johan olmazdım. Şimdilerde seramik ve kil ile çalışan birçok sanatçı olsa da 1980’lerde kendimden başka bu pratiği benimsemiş kimse tanımıyordum.
A.S: Size göre sanat okullarından yeni mezun olmuş genç sanatçıların sıklıkla yaptığı büyük hatalar neler?
J.C: Bence öncelikle ilk ve en büyük hata olayın “iş” kısmını ve hangi galeriler ile iş yapacaklarını fazla düşünmek, önemli olan ortaya koydukları eserler olmalı çünkü devamı gelecektir. İkinci olarak çalışmak istedikleri galeriler hakkında yeterli bilgiye ve fikre sahip olmamaları.
A.S: Sanat merkezi olarak adlandırabileceğimiz şehirlerin dışında kalan sanatçıların sizce bu konuda dezavantajları var mı?
J.C: Bana kalırsa tek bir sanat dünyası yok ve bahsettiğimiz sahneler içerisinde farklı sanatçıların, aktörlerin bulunduğu birden fazla katmandan oluşuyor. Bir sanatçı olarak yapabileceğiniz en iyi şey kendinize uygun olan, yakın bulduğunuz insanların olduğu katmanı bulmak. Bugün sanat dünyasının en etkileyici özelliklerinden biri nerede olursanız olun eğer yankı yaratacak işler üretirseniz insanların ilgisini de doğrudan gözlemleyebilecek olmamız. İnsanlar sürekli bir arayışta ve bugün aslında zor olan şey bana kalırsa saklı kalmak. Genç bir sanatçı olarak yaptığınız her işin sonuçları kariyerinizin ilerleyen dönemlerinde karşınıza çıkacaktır. Tabii ki New York’ta bağlantıları olan bir aileye doğmuş olsam farklı sonuçları olabilirdi ancak genç sanatçılar geçmiş ihtimaller yerine sanatlarına, etraflarındaki sanatçılara ve birlik olmaya odaklanmalılar. Ne kadar Instagram’ın gücünün farkında olsam da bana kalırsa sanat dünyasındaki etkilerinden biri sanatçıları birbirlerinden ayırmak oldu. Oysa ki sanatçı grupları kurmak, farklı sanat aktörlerinin de bir arada bulunduğu bir aile olmak fazlasıyla önemli. Bağlantılar kurmak “iş”ten daha önemli.
A.S: Sunumuzda yer verdiğiniz Louvre Müzesi’nde sergilenen bir işinizin etrafında bulunan klasik dönem eserlerle güçlü bir etkileşim içerisinde olduğunu görüyorum. Biri çağdaş dönemden diğeri ise yüzyıllar öncesine ait eserlerin kurduğu bu diyalog beni çok etkiledi, ortak bir estetik dili paylaşıyor gibiler.
J.C: Bana kalırsa bunun iki sebebi var ilki işlerimde bulunan tarihsel referanslar diğeri ise “beyaz küp” olarak tabir edebileceğimiz galeri mekanları ve müzeler eserlerimi sergilemek istemediler. Dolayısıyla eserlerimi gösterebileceğim yeni mekan arayışlarına girdiğim zaman karşıma çıkan bir diğer seçenek ise geçmiş dönem sanatlarının sergilendiği müzelerdi. Bu bağlamda sanatımın tarihsel bağlantıların da bir parçası olması fikri hoşuma gitti. Şu an her ne kadar popüler bir fikir olsa da 1980’lerde çağdaş sanat işlerini klasik sanat eserleri ile bir arada sergilemek alışılmışın dışında bir fikirdi. Ayrıca Louvre’da sergilenen işlerim, beraber sergilendikleri eserler ile yeni diyalogların da kapılarını aralamıştı.
A.S: Bahsettiğiniz gibi yakın zamanda farklı dönemden işleri bir arada sergilemek sık rastladığımız bir durum haline geldi. Öte yandan ben zanaat ile çağdaş sanatı bir arada gördüğüm sergiler dikkatimi çekmeye başladı, belki de zanaatın ve çağdaş sanatın ortak bir diyalog paylaşma zamanı gelmiştir.
J.C: Bana kalırsa bahsettiğiniz birliktelik bunun sadece bir trend olmasından ibaret değil, amacı olan, yankı uyandıran işlere, küratörlere ve eleştirmenlere inanıyorum ve gerekli gördükleri zaman oluşturacakları düzlem her zaman anlamlı olacaktır. Ayrıca artık yüksek sanat- alçak sanat, güzel sanatlar- zanaatkarlık arasında eskisi gibi bir uçurum yok, genç sanatçılar için artık istedikleri gibi hareket etmelerini sağlayan ve bütün ilgilerini bir araya getirebilecekleri bir özgürlük alanı var.
A.S: Bu konudan devam edecek olursak, her ne kadar İznik Çinileri, Türk Halısı gibi değerlerimiz dünya çapında büyük bir üne sahip olsa da nedense bu zanaatları çağdaş sanat ile birleştirmeyi başaramadık.
J.C: Bunun için yeni fikirlere ve tekniklere açık ama aynı zamanda bahsettiğiniz sanatların tarihi de bilen genç sanatçılara ihtiyaç var. Örneğin genç bir sanatçının çiniyi temel alarak üreteceği ve günümüzün sorunlarına yer vereceği üç boyutlu bir modelleme İznik Çinisi’ni tekrar dünya çapında gündeme getirecektir.
Konuşmanın tamamına bu link üzerinden W4a&bG9e şifresini kullanarak erişebilirsiniz.
Hazırlayan: Badenur Özcan