Bu hafta Hristo Yavaşef, nam-ı diğer “Christo” aramızdan ayrıldı. Bulgaristan doğumlu, çocukluğu disleksi rahatsızlığı nedeniyle biraz “yavaş” geçen Hristo, Sofya Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrenci yıllarında bir süre komünist yönetimin “ortam güzelleştirme” projelerinde yer aldı: İstanbul’dan kalkan Orient Ekspres ile seyahat eden yolcuların göreceği manzaralar mükemmel olmalıydı. Bunun için de ressamlar tren güzergahında bulunan evlerin dış cephelerini boyuyor ve propaganda panolarını resmediyor, şehir plancıları ise boz çayırları çiçek bahçelerine çeviriyordu. Christo, bu pratiğin absürt ve boş mantığına sıkça atıfta bulunarak sonraki sanatsal gelişimine kavramsal açıdan katkıda bulunduğunu da ima etmiştir. 1957 yılında demir perdenin diğer tarafına göç etti ve Paris’te tanıştığı, aynı gün ve yılda doğdukları için “astral aşkım” olarak isimlendirdiği Jean-Claude’un da ön görüşlü teşvikiyle stratejik bir hamle yaparak “Christo ve Jean-Claude” ikilisi olarak baş döndürücü bir kariyer ve sanatçı kimliği birlikte inşa ettiler. Uzun yıllara yayılan proje süreçlerine şirket mantığıyla yaklaştılar, hep bağımsız çalıştılar, yapımı zor ama yaşamları oldukça kısa projeler ürettiler, hatırı sayılı miktarda para kazanıp bir sonraki projelerine yatırdılar. Bir sanatçı holdingi, adeta bir şirketler piramidini inşa ettiler, koleksiyonerleri de fiilen iş paydaşları oldu. Özellikle 80’lerden itibaren tasarladıkları projeler medyada geniş yankı buldu. Fakat bütün bunlar, dikkatli Art50.net izleyicisinin zaten az çok bildiği şeyler.
Bugün aslında Christo’nun üzerimdeki etkisinden bahsetmek istedim. 90’ların başında, genç ve saf bir güzel sanatlar lise öğrencisi olarak, ilkel ama 45 yıllık totaliter rejimden sonra bize önemli gibi görünen bir bienal girişimini izlemek için Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında bulunan küçücük Balçık’a otostop yaparak gitmiştim. Söylentilere göre, organizatörler Christo ile iletişime geçmiş, bienale katılmasını sağlayacaklardı. O zaman klasik sanatı, deseni, boyayı iyi kötü biliyorduk, ancak çağdaş sanat sahnesiyle ilgili oldukça muğlak fikirlerimiz vardı: resmi müfredat post-impresyonizm ile bittiği için çağdaş sanatın halkaları sistematik bir şekilde bağlanmıyordu. Minimalizm iyi, pop art yüzeysel, soyut dışavurumculuk kolaycıydı. Kavramsal sanatı ise yabancı dergi makalelerinden, bazı eserlerin fotoğraflarından ve meslektaşlar arasındaki konuşmalardan yola çıkarak anlamlandırmaya çalışıyorduk. İşte bu yüzden bizim için Christo son derece karmaşık bir denklemin mükemmel örneğiydi: ticari başarı sağlamıştı ve aynı zamanda vurucu bir görsel etki bırakıyordu. Çünkü eserlerine yöneltilen hızlı bir bakış dahi inkâr edilemez bir “çizer” niteliğini açığa çıkarıyordu. Özetle, Christo, nasıl çizileceğini biliyordu. Bu yeteneği sayesinde proje tekliflerini ve görselleştirmelerini ikna edici hale getirdi ve gittikçe çapı büyüyen işlere imza attı.
Perspektifler bazen sert ama hiçbir zaman yanlış olmadı. Kodlarını çözmeye çalıştığı kapitalist sisteminin gösteri ve sansasyon merakını keşfetmişti ve mega projeler üreterek popülerlik kazanıyordu, ama ticari dolaşımda olan nihai ürün yine görsel açıdan cazip proje desenleriydi. İmrendiğimiz şey aslında belki de ticari başarısı değildi, bize çekici gelen özellikleri enerjisi, çalışkanlığı ve becerisiydi. Bazılarına göre, siyasetçiler ve iş adamlarıyla kurduğu dostluklar sayesinde görünürlük sağlayan, 15 günlük olayların ekmeğini 40 yıl boyunca yiyen, imzasını, atölye ve proje artıklarını satan bir kurnazdı. Ama göz ardı edilemeyecek önemli bir gerçek var: Christo, 20. yüzyılın sanatındaki yerini, çok çalışarak hak etti. Mühendisliği, sanatı ve siyaseti kendi kurduğu dünyasında eritip, 1958 yılında bir mektubunda yazdığı “Güzellik, bilim ve sanat her zaman galip gelecek” sözlerini hayata geçirmeye hep gayret etti.
Sonuç olarak, Balçik katılımı dedikodudan ibaret çıktı. Ama sonraki yıllarda, bir röportajında sergilediği küçük bir davranış bana bir ders vermek için yeterliydi. Muhabirin Bulgarca olarak yönelttiği memleket hasreti sorusunu görmezden geldi ve İngilizce konuşmaya başladı. “İlkel duygularla hiçbir ilgim yok, çünkü onlardan kurtulmaya ve üstesinden gelmeye cesaret ettim. Ben bir dünya vatandaşıyım, sanatçıyım ve tamamen özgürüm” dermişçesine.
Coşkun Sami