Art50 bu ay, online birçok sanat yapıtı da bulunan çağdaş sanatçı Genco Gülan ile keyifli bir işbirliğine adım atıyor. Sanatçı 12 Mayıs’ta Üsküdar Doğan Koleji’nde gerçekleşecek “Okul” isimli sergisinden secilmiş eserleri ile başka eserlerini de art50.net üzerinde sanatseverlerle ulaşarak sanatını daha geniş kitlelere sunmayı hedefliyor.
Aylin Seçkin ve Genco Gülan sanatçının gelecek sergisini konuşmak için Art50 ofisinde bir araya geldiler. Konu serginin isminden açıldı, doğululuk-batılılık düalitesine uzandı, üretim ve paylaşım süreçlerinden ilişkisel estetiğe yönelerek, sanatçının talepleri ve destek sistemlerinde son buldu. Keyifli okumalar!
Genco Gülan: Evet Aylin, kayıttayız.
Aylin Seçkin: Merhabalar. Çok güzel sorular hazırladım. Serginin adı “Okul”. 23 Nisan çocuk bayramından önce bunun lansmanı. Sanat seyircisinin tohumlarının atıldığı dönem de ilkokul çağları, hatta belki biraz öncesi. Ondan sonra seyirci gruplarını sıfırdan oluşturmak çok zor. Aslında Türkiye’de İstanbul’da bu grupların bu kadar kapalı kalmasının bir sebebi de bu. Seyirci manasında, bir Modern Sanat Müzesinin çok geç ortaya çıkması manasında. Ne diyorsun, senin sanat eğitimi hakkında bu kadar spesifik projelerin var mı?
G.G.:Bu sergiyi bir eğitim olarak gördüm. Zaten onun için ismini okul koydum. Yani aslında sergilerle biz de bir çeşit eğitim veriyoruz. Ve de özellikle bu sergide yapmaya çalıştığım şey, bu başlığı seçmemin nedeni, sanatı özellikle çocukların hayatının eğitim sürecinin biraz daha içine sokmak. Sadece bir galeriye değil, okula, okulun da değişik yerlerine, yani sanatla karşılaşmayı tahmin etmeyeceği yerlere koymak ve buradan çıkacak etkileşimi görmek. Çocukları biraz sanata maruz bırakmak. Bunu da bir çeşit eğitim süreci olarak düşünüyorum ama bu dikte edici bir eğitim süreci değil. Yani bunu deneyip, Nasreddin Hoca gibi, dikenleri ekip, koyunlar geçsin, tüyleri oraya dolansın, o tüyleri düğüm yapalım sonra da pazarda satalım. Böyle çok daha dolaysız bir mantığı var. Ama artık zaten günümüz sanatında farklı bir estetik kavramından bahsediyoruz. İlişkisel estetik kavramından bahsediyoruz. Yani sadece sanat yapıtındaki estetik değil o yapıtın buluşturulmasındaki, paylaşılmasındaki estetikler ve bu estetik süreçlerden bahsediyoruz diyip topu sana atıyim.
A.S.: Okul ile ilgili son bir soru daha: En azından civar okullara davetiye yollamak, onları bu sergiden haberdar etmeyi hiç düşündün mü? Bu projenin içinde o da var mı?
G.G.:Olabilir. Bu projenin içinde o yoktu ama eklenebilir. Mesela kızımın okulunu davet ettim. Onların okulunda da bir galeri var ama galeri ve okul çok kopuk. Aradaki kapıyı kilitliyorlar. Benim yapmaya çalıştığım da o aradaki kilitli kapıyı açmak. Burada kullandığım bir metafor ama sergide çocukların ilişki kurabilecekleri yapıtlar yer alacak. Bu tip bir sergi yaptık 2010’da. “Çocuklar için Çağdaş Sanat” başlıklı bir sergiydi. İstanbul’da birçok yeri gezdi, hatta bir okulda da sergilendi. Bu sergi çocuklar için değil ama biraz daha onlara yönelik işler de var.
A.S.: Sanat üreterek değişik bir iletişim tarzın var. Karşındakinden en çok ne bekliyorsun? Sana eleştiri mi yöneltsinler, soru mu sorsunlar? Eserlerin aracılığıyla nasıl bir iletişim kurmak istiyorsun?
G.G.:Şaşırtmak istiyorum, en önemli şey şaşırtmak. Çünkü o şaşkınlık hissi beraberinde başka şeyleri tetikliyor, merakı tetikliyor. Bir düşünme süreci başlatabiliyor. Tabi bu seyirciden seyirciye değişiyor. Ondan sonra belli bir etkileşimi tetikleyebiliyor. Mesela interaktif işlerde, o şaşkınlıktan hemen sonra interaktiflik gelmeli ki yapıt vücudu bulsun. Ve de en son istediğim ama en güçlü beklentilerimden biri yapıtların unutulmayacak hatıralara dönüşmesi. İnsanların seneler sonra gelip “Biz şöyle bir yapıt görmüştük” veya “Böyle bir yapıttan etkilenmiştik”, “Hayatımızda daha önce böyle bir yapıt görmemiştik” ya da “Unutulmaz bir deneyimdi” cümleleri. Sergiden sonra insanların gelip bana böyle cümleler söylemelerini hedefliyorum.
A.S.: Bununla ilgili bir sorum daha var. Hep alt okumalı çalışmaların. İpucu bırakıyor musun?
G.G.:İpucu bırakıyorum, hatta birden çok ipuçları var. Farklı ipuçlarından gidip farklı çözümlere ulaşabilmelerini öngörüyorum… Benim yapıtlarım dikte eden yapıtlar değil. Seyircinin üzerinde tahakküm kurma gibi bir niyetim de yok. Kafka, örneğin çok güzel bir yazı yazmış: “Birgün bir kafes kuş aramaya çıkmış.” Benim yapıtlarım kuş aramıyor. İpuçları var, anlaşılmaya çalışıyorum. Ama bazen iki ayrı yere ulaşabiliyorsunuz.
A.S.: Başka bir konuya geçeceğim. Benim kafamı çok kurcalayan bir şey. Benimle de ilgili. Genel olarak, bu topraklardaki entellektüellerin problemi. Sanat yaparken kendini doğu ile batı arasında iki ara bir derede hissediyor musun?
G.G.:Hem evet, hem hayır. Evet bir doğululuk hissediyorum ama birçok batı normunu kullanıyoruz, kullanmaya devam ediyoruz. Bunları sert bir şekilde eleştiriyorum, yani sohbetin başında kullandığım eleştirel cümleleri başka kültürel konular ile ilgili de hissediyorum. Bunların bazıları doğuya ait oluyor, bazıları batıya ait oluyor. Ama ikisinde de kendimi ev sahibi gibi hissedebiliyorum. Batıyı sert bir şekilde eleştirirken bazen öz eleştiri yapıyor oluyorum. Aynı şekilde maç ederken iki takımın formasını giyip de oynamak gibi olabiliyor. Ama çağımız ve bu coğrafya bunu gerektiriyor.
A.S.: Peki, bunu yapabilenlerin sıyrıldığına, bunu yapamayanların da sıyrılamadığına inanıyor musun?
G.G.:Bunu yapamıyorlar zaten. Çünkü Türkiye’de fanatik bir takım tutma anlayışı var. Bu fanatiklikten çıkıp da iki ayrı forma giyebilmek çok zor. Doğuda fanatiklik var, batıda ise inkar, küçümseme… Farklı bir takımla oynadığını kabul etmiyor. Yani bir maç var ama öteki takımı yok kabul ediyorlar. Maç bile yok diyorlar hatta.
A.S.: Sana sorulmayan soruları sormaya çalıştım… Sanat üretimi illa da akademide üretilmiyor diye mi düşünüyorsun? Akademililerin durumunu nasıl buluyorsun?
G.G.:Akademik durum felaket. Çok uzun bir konu. Bilimsel olarak kanıtlanmış ki Amerika’da bile sanat okuyan öğrencilerin çok azı para kazanabiliyor. Bu demek oluyor ki sanatçı olmak için akademi doğru yol değil veya sanatçılık klasik anlamda bir meslek değil. Akademinin en büyük hatası öğrencilere bunu söylemiyorlar. En başta çocuklara şunu demeliler: “Bakın sizin sanatçı olma şansınız düşük. Gidin kendinizi geçindirecek başka bir iş bulun”. Akademisyenler bu oyunu biraz da maaş almak için sürdürüyorlar. Yani biraz daha bankamatik akademisyenlik oluşmuş durumda. Zaten milletin bir şey öğretmek umrunda değil, dertleri ay sonu bankamatikten maaşımızı alalım, onla da takılalım, haftasonu rakı içelim. Bir de disiplinlere ayrılma, spesifikleşme büyük bir aldatmaca. Lise eğitiminde, multidisipliner bir altyapı veriliyor. Sonra da diyorlar ki “şimdi siz uzmanlaşacaksınız”, üniversite konusunda. Bu uzmanlaşma konusu tam bir palavra. Burada eleştirdiğim üniversite sistemi…
A.S.: Kesinlikle katılıyorum, bir akademisyen olarak…
G.G.:Çünkü bir, zaten uzmanlaştıramıyorlar, yine Inklap Tarihi gibi alakasız dersler veriliyor. Ve diyorlar ki “siz uzmanlaştınız, hadi interdisipliner bir ilişkiye geçin”. Tamamen üniversite eğitimi bir kandırmacaya dönüşmüş durumda. Eğitim gittikçe uzuyor ve bu çocuklar bir türlü uzmanlaşamıyorlar, hayat beklentileri erteleniyor ve yazık oluyor. Bence eğitim sisteminin tamamen değişmesi, kısalması gerekiyor. Uzmanlaşma ise gerçekten uzmanlaşma gerekiyor. Bir de tabi uzmanlaşanın da o işi yapabilmesi gerekiyor. Günümüzde böyle bir problem var, tabii. Hayat çok hızlı gelişiyor ve bunlar yavaş geliyorlar. Son olarak dünyada sanat eğitimi artık, interdisipliner bir eğitim olarak veriliyor. Hem resim, hem video, hem fotoğraf eğitimi beraber veriliyor.
A.S.: Sen bunu kendi kendine yapmış birisin. On beş, yirmi sene öncesinden…
G.G.:Kaç senedir bunu yapıyorum diye bana söylemedikleri kalmadı. Senelerdir kişiliksizden tutun da, “Karar ver artık, Genco”lara kadar. Zaten en büyük direnç bunlara direnebilmek. Yani birileri kafanızda domates yerken sizin de sakin bir şekilde, böyle yürümeye devam edebilmeniz gerekir.
A.S.: Nerelerde yürümeyi seviyorsun bu şehirde?
G.G.:Boğazda, boğaz kenarında, ayakkabılarımın altını parçalayarak… İstanbul’un en sevdiğim yanı kaybolman mümkün. Her gün yeni bir sokak bulabiliyorsun. Belediye orobüsleri hiç bilmediğin yerlere gidiyor. Dünyada başka bir yerde bu yok, o kadar hızlı. Metro mesela Hacıosman’a gidiyor. Hacıosman neresi kardeşim? Ben kaç senedir İstanbul’da yaşıyorum, metro Hacıosman’a gidiyor ve ben bilmiyorum. Paris’te yaşarsın ve bilirsin ki metro hep aynı yerlere gider. Burada varış noktaları hep değişiyor. Çok ilginç bir şehir. Henüz kaçmadım. Bir sene daha en az buradayım, sonra Allah kerim.
A.S.:Verimli olmak için uğraşıyor musun, kendiliğinden mi ortaya çıkıyor?
G.G.:Verimli olmak için çok uğraşıyorum. Özellikle gayret gösteriyorum. Kendime bir sporcuymuşum gibi bakıyorum. Bir atletmişim gibi. Zihnimi açık tutmak için çok az içki içiyorum.
A.S.:Sanatçı blues içinde olur, sen öyle değil misin?
G.G.:Onlar palavra sanatçılar, onlar sanatçı geçinenler. Benim sanatçı geçinmek gibi bir derdim yok. Benim üretimle ilgili derdim var. Ben yapıt üretim sürecinden de keyif alıyorum ama aslında benim için asıl keyif ürünü üretmek ve paylaşmak. Birçok sanatçı geçinen de üretim sürecinden keyif aldığı için bu işi yapıyor. Benim için üretim süreci bile ikincil, tam tersi üretim süreci bir an önce bitsin, onu yollayayım.
A.S.: Genco sen fikirlerini bile paylaşıyorsun… Ben bu kadar fikirlerini herkesle paylaşmayı seven sanatçı duymadım.
G.G.:Herkes fikrini saklar. Ben de tam tersi bir yöntem seçtim. Bir süre gizliyordum, çalınır falan diye korkuyordum. Türkiye’de özellikle fikir alanında copyright sıfır. Avukat da tutsanız, mahkemeye de verseniz sıfır… Bir şeyi koyuyorsunuz, ertesi gün reklamcılar çalıyor. Hemen! Ne telif ödeniyor, ne atıf var, hiçbir şey… Dolayısıyla ben de diyorum ki Genco Gülan’ın kopyalanamazlığı nedir? Hergün fikir üretmek. Öteki sadece bir tanesini çalıyor, ondan ekmek yiyor. Benim de özelliğim buysa kardeşim, üretmeye devam, paylaşmaya devam. Şunun farkındayım: Bu ülkede yaşıyorum, bu ülke ve bu dünyanın koşulları budur. Sen de burada yaşıyorsan, bu deveyi güdeceğiz. Gidecek diyar da yok, dünya da böyle çalışıyor.
A.S.:Yani son derecede gerçekçi?
Gerçekçi ama gerçek dışını da talep eden. Mars’ta Mars sanatı yapmayı da talep ediyorum. Benim işim de bunu talep etmek. Jules Verne de aya gitmek istemiş, bunu yazmış. Ben de Mars’a gitmek istiyorum. Bir tane uzay gemisi çizdim. Ben yaparım, taslağımı çizerim, mühendisler becerirse yaparlar, ekonomistler fonlayabilirse fonlarlar.
A.S.:Bence senin gibi beyinleri sübvanse etmeliyiz, yaşatmalıyız…
G.G.: Yaşatmaya çalışan ülkeler var. Avrupa’da bazı destekleme sistemleri var. Ama işlemeyebiliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde de bazı destekleme sistemleri var. Mühendisi sübvanse ediyor sonra mühendis çıkıyor, finansçı oluyor. Yani bu işin de garantisi yok. Bilimde ve sanatta sübvanse etmek bir yöntem ama bazen işlemiyor. Bazen de bizim gibi böyle sanatçının havana konup sarmısak gibi dövülmesi ters tepiyor. Biz böyle çelik bilyelere dönüşüyoruz ve havan kırılıyor.
Okul sergisi için tıklayın.
Facebook etkinliği için tıklayın.
Sanatçının Art50.net sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.