Çok basit soruları cevaplamak en zorudur. Ben kimim? Ne istiyorum? Günlük hayatımızın koşturmacasında bu soruları sormayız; kendimizi, yaşadığımız hayatı isteyip istemediğimizi sorgulamaktan, yeni deneyimlerden kaçınırız, üşenmeyi kendimize bahane sayarız. Emel Erden, bu soruları sormaktan ve çevresine sordurtmaktan korkmayan, ilham verici bir insan. Anda olmaya, kişinin kendini bir bütün hissetmesi için hayatın sunduklarını fark etmesine ve deneyimlemesine inanan güçlü bir kadın.
Emel Erden, “İçimizdeki tohumları yeşertmek”, anlam arayışımızda bizlere rehber olacak deneyimler tasarlamak üzere Tohum İstanbul’u kurmuş. İlham verici Emel Erden ile yaptığımız sohbette, kariyer yolculuğunu, Tohum İstanbul’u ve felsefesine yakışan bir isimle Art50.net için oluşturduğu “Kendim İçin” seçkisini konuştuk.
I.Ö.: Mimarlık, yayıncılık, marka danışmanlığı ve şimdi Tohum İstanbul. Uzun ve renkli bir yolculuğunuz var. Bize biraz bu yolculuktan ve sizi yayından danışmanlığa, girişimciliğe çeviren sebeplerden bahsedebilir misiniz?
E.E.: ODTÜ’de çok isteyerek Mimarlık okudum. Bir yandan okulu bitirdiğimde mimarlık yapmayacağımı biliyordum, mimarlığın daha çok formasyonuna hayrandım. Diğer yandan yazı yazmayı hep çok severdim. Ankara’da okurken film ve sanat festivallerinde gönüllü çalışıyordum ve metin yazarlığı yapmaya başladım.
Mezun olduktan sonra İstanbul’a geldim. Sanatın, müziğin, sinemanın içinde olmak ve festivallerde çalışmak istiyordum ve bu anlamda şans hep yanımda oldu. Pozitif‘te Müzik Festivali’nde çalışmaya başladım, sonra Tarih Vakfı’na geçtim. Bir süre sonra da editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştığım yayıncılık yolculuğum başladı. Domus M, Vizyon ve Cosmopolitan dergilerinde çalıştım. Tasarım, sanat, mimarlık, seyahatler, restoranlar, nereye gidelim, ne yiyelim, ne içelim konuları hep ilgimi çekiyordu; zaten hayatım tam olarak bunlardan oluşuyordu, öyle yaşıyordum. İlgi alanlarımı doğal olarak işime yansıttım. O yüzden şanslıyım diyorum… Cosmopolitan’da 5 yıl çalıştıktan sonra 2008 yılında Food and Travel dergisini Türkiye’ye getirdik ve onun yayın yönetmenliğini ve marka elçiliğini yaptım.
I.Ö.: Neden özellikle Food and Travel peki? O dönemde gastronomi şimdiki kadar popüler bir konu da değildi…
E.E.: Tüm dünyada gastronomiye olan ilginin çok artacağını, gastronominin hayatımızı şekillendirecek önemli bir sektör olacağını düşünüyordum. Öyle de oldu. Food and Travel dergisini hayalimdeki tek bir fotoğraf karesi üzerine kurguladım. Tüm hikaye o fotoğraftan çıktı. Üreten, hayat veren, toprakla uğraşan yaşlı bir kadının elini çok satan bir dergiye tam sayfa basma hayaliyle başladı herşey. Tüm Türkiye için ne yapabilirim diye düşünüyordum.
Yurdumun her köşesindeki çok değerli lezzetler üreten insanlar, hayatlarında en iyi bildikleri işi kendi topraklarında yapmaya devam etsinler ve ben de Food and Travel olarak onların yaptıklarını seyahat etmeye, en lezzetli ürünleri yemeye meraklı şehirlilere duyurayım istedim. Bu hikayenin en nihayetinde varmak istediğim hedef Ordu’nun bir köyünde üretim yapan Ayşe Teyze ile Ahmet Amca’nın kızlarını okutabilmesiyldi. Tüm dergiyi bu konsept üzerine kurdum.
I.Ö.: Food and Travel sonrası da o dönemin şartlarında yine cesur bir karar vererek dijitale geçiyorsunuz…
E.E.: Ciner Dergi Grubu’nu kapatmaya karar verince bir dönem uzun seyahatlere çıktım. Bu seyahatler bana çok iyi geldi; ne yapmak istediğimi düşündüm. 2011 yılı dijital yayıncılığa geçmek için harika bir zamandı çünkü tüm dünyada dijital yükselmeye başlamıştı. Türkiye’nin ilk kadın ve yaşam sitesi pudra.com’dan teklif aldım. 6 yıl Pudra’da yayın yönetmenliği ve genel müdürlük yaptım.
Dijital çok büyük bir deneyim oldu benim için. Dijitalde her gün yeni bir dergi basar gibi web sitesi yenilendiği ve her şeyin sonucunu çok kısa zamanda görebildiğiniz için yayın yaptığınız alanda çok fazla bilgi sahibi oluyorsunuz. Önüme Türkiye ile ilgili inanılmaz rakamlar geliyordu; bu rakamları iyi okumayı öğrendim. Türkiye’yi ve dünyayı her gün bir MR cihazı gibi taramaya başladım. İnsanların neye ihtiyacı var, nelerden mutlu oluyorlar, hangi konuları merak ediyorlar, ileride neler daha çok gündeme gelecek gibi soruları cevaplamak hayatımın bir parçası oldu. Dünyadaki değişimleri de izleyince toplumun birkaç yıl sonraki ana dinamiklerini ve dip dalgalarını çok net bir şekilde görüyor, trend avcısı olarak dolaşıyorsunuz etrafta.
I.Ö.: Trend avcılığı hep konuşulan, merak edilen ve nasıl yapıldığı sır olan bir konu… Trend avcılığının ne kadarı bilgiye araştırmaya, ne kadarı iç güdüye dayanıyor sizce?
E.E.: Bence belli bir alanda trendlerin neler olacağını görebilmek için deneyim çok önemli. Bilgiye de iç görüye de sahip olsanız, değişen dinamikler ve toplumun tepkileri farklı olabiliyor. Bu yüzden son 10-20 yılda benzer konulardaki tepkiler de size yol gösteriyor. Tabii ki çok okumak, araştırmak ve görünenin arkasında herkesin bilmediği detayları görmek de gerekiyor. Psikoloji ve sosyoloji bilmenin yanında kendi deneyimine ve sezgilerine de güvenmeye başlıyorsun. Yurtdışında bu trend olabilir ama bu Türkiye’de olmayacak çünkü bizim yaşam alışkanlığımıza uygun değil diyorsun ve genelde doğru çıkıyor.
I.Ö.: Yayıncılıktan sonra Tohum İstanbul fikri nasıl doğdu? Tohum İstanbul’un içeriğine nasıl karar verdiniz?
E.E.: Bir süre sonra tek başıma bir şey yapmak istedim ve Tohum İstanbul’u kurdum. Tohum İstanbul için hem Doğu’ya hem Batı’ya çok uzun yolculuklar yaptım. Belli bir yaş alınca anladım ki, içimizdeki tohumları yeşertebiliyorsak o zaman kendimizi tamamlanmış, bütün hissediyoruz. Tohum İstanbul’da insanların kendilerini, ihtiyaçlarını ve ne istediklerini anlamalarını sağlayacak, içlerindeki tohumları yeşertebilecek etkinlikler, seyahatler, tadımlar, atölyeler tasarlıyor ve uyguluyorum. Bunları yaparken de mutlaka hiç tanımadığım insanlar için ne yapabilirim diye düşünüyorum. Mesela bir ilaç firması tarafından diyetisyenler ve beslenme uzmanlarına farklı deneyim sunan bir gün tasarlamam istendi. Onları bir tohum merkezine götürdüm; çünkü beslenme uzmanlarının ve diyetisyenlerin danışanlarına hazır gıda ürünleri tavsiye etmelerindense atalık tohumdan bahsetmelerinin tüm Türkiye’ye faydası var. Siyez bulgurundan, siyez unundan bahsedip ondan yapılmış ekmeğin yenmesini önermeleri sayesinde Kastamonu’da siyez üreten Mustafa Bey de bu döngüden yararlanabiliyor. Yaptığım tüm işlerde hiç tanımadığım insanlara da katkı sağlamak, beni kişisel olarak en mutlu eden şey.
(Tohum İstanbul’a ulaşmak için: instagram.com/tohumistanbul )
I.Ö.: Bir beyaz yaka olarak baktığımda, aslında herkesin hayalini kurduğu bir şey yapmışsınız ve hem keyif aldığınız hem çevreye yarar sağladığınız hem de sizi tatmin eden bir iş kurmuşsunuz. Hayalleriniz, iç güdüleriniz nasıl gerçeğe dönüştü?
E.E.: O geliyor… (Gözlerinin içi parlayarak gülümsüyor) Dedim ya, çok seyahat ettim, çok sıra dışı deneyimler yaşadım. “Unutamadığım, bende bir şeyleri değiştiren deneyimler neydi? Ne hissederek, ne düşünerek bunları yaptım?” sorularını sordum kendime. Bunlar bana yol gösterdi aslında. Bazen bir yanılgıya kapılıyoruz. Bir şeylerin değişmesi ya da kendimize daha yakın olmak için çok para, çok uzun zaman gerekiyor zannediyoruz.
Günlük hayatın içerisinde belki sadece bir saat ayırıp bir cümleyle insanların hayatlarına ve markalara nasıl katkıda bulunabilirim diye düşünerek üretmek bana çok iyi geliyor. Bir de içimde bu vardı zaten. Benim içimde yeşerttiğim tohum, Tohum İstanbul’un kendisi. Daha önce bunu Tohum İstanbul altında yapmıyordum ama çevremde “Bunu Emel bilir, Emel’e soralım, bunu ancak Emel yapar” algısı vardı. Pek çok insan için sıfırdan organizasyon yaparken, bir şey yaratırken, dergi çıkarırken, marka kurarken, marka danışmanlığı yaparken bunları hayata geçiriyordum.
Mimarlık formasyonu, kendi karakterim, farklı disiplinleri harmanlayabilme yetisi ve deneyimlerimle oluşturduğum toplam bir paket sanırım bu.
I.Ö.: En önemli sorunlarımızdan biri ‘anda olamamak’ aslında. Sakin olamıyoruz, duramıyoruz, sürekli koşma, yetişme hissiyatıyla yaşıyoruz. Bunu yenebilmek, anda olabilmek için neler önerirsiniz peki?
E.E.: Bu soruyu soran bir insan, cevabın yüzde 50’sini vermiş oluyor. Bu soruyu hiç sormayan bir insana durmanın etkisini anlatmak çok zor. “Ben ne yapıyorum?” sorusunu soruyorsa, o insanlar bence hızla yol alabiliyor.
Bir kere dış dünyaya çok bağlı yaşıyoruz. Nerede olduğumuz, kiminle olduğumuz, ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne giydiğimiz alkışlanıyor. Bugün artık alınan like’larla hayatlar kuruluyor. Ama unutmamız gereken bir şey var; dıştan bağımsız olarak biz varız. Ben, bizzat kendim varım. Ben ne istiyorum? İşte Tohum İstanbul’un kilit sorusu bu… Ben ne istiyorum? Bu soruya cevap vermek için yola çıktığında insan, içindeki tohum yeşeriyor. Dış dünyada ne olursa olsun bu sorunun cevabı senin özün olduğu için kendini mutlu, tamamlanmış hissediyorsun. Herkesten ve her şeyden bağımsız sadece kendin için bir şey yapmış oluyorsun. O yüzden birisi “Ben ne yapıyorum?” sorusunu soruyorsa bu muhteşem bir yüzde 51; ikincisi de “Ben ne istiyorum?”
I.Ö.: Tohum İstanbul’un insanların hayatındaki “Ben ne istiyorum?” sorusunu cevaplamada nasıl bir rolü var?
E.E.: “Ben ne istiyorum” sorusunun cevabını ancak deneyerek öğreniyoruz. O yüzden de Tohum İstanbul’un sunduğu deneyimlere katılarak, tadımlara, atölyelere, seyahatlere giderek kendi içinizdeki tohumu bulmaya başlıyorsunuz.
Belki de aslında zannettiğiniz gibi şarap tadımı sizin için o kadar da ilgi çekici değil; ama Osmanlı mutfağı beklemediğiniz kadar ilginizi çekti… Maalesef bizim jenerasyonumuz denememe üzerine kuruluydu. Bizden sonra gelen jenerasyon daha fazla deneyerek yaşıyor. “Ben psikolojiye meraklıymışım meğer, hiç ilgimi çekeceğimi düşünmemiştim” diyebiliyorsun. Bunu dediğin anda kendin için bir şey yapmaya, bir konuda okumaya, araştırmaya, gözlemlemeye başlıyorsun.
I.Ö.: “Ne istiyorsun?” sorusu bence çok etkili bir soru… Katıldığım bir sanat performansı tamamen bunu anlamamıza yönelikti mesela… Sanat da bize bu soruları sordurup cevaplatabilen bir araç dünyada. Buradan yola çıkarak sizin sanatla olan ilişkinizi sormak istiyorum… Hayatınızda yeri ne, size ne ifade ediyor? Mimarlık geçmişiniz sanata bakışınızı ne kadar etkiliyor?
E.E.: Ben hangi mağazaya girsem, gayri ihtiyari mutlaka el yapımı ya da tasarım ürünleri seçerim, gözümüz bu şekilde bakmaya alışıyor mimar olarak.
Mimarlık eğitimim beni hayatın bütününde hep bir denge ve harmoni bulmaya yönlendirdi. Bilinçli bir seçim olarak değil, içgüdüsel olarak tasarım hayatla kurduğunuz tüm bağları etkiliyor. Tüketim alışkanlıklarınız kendiliğinden en iyi, en fonksiyonel tasarımlara yöneliyor. Kullandığınız bardak, oturduğunuz koltuk ya da yeni hayatımıza giren cep telefonu yüzükleri mesela, pek çok şeyi estetik ve fonksiyonel açıdan değerlendirip öyle satın alıyorsunuz.
Sanata gelirsek, ben markalar için zor bir müşteriyim; detaylar tüm tüketim alışkanlıklarımı belirliyor. Tercih ettiğim markaların sanatla ilişkisi benim için önemli. Sanat, her anımızda, her yerde var. Tasarımcısının adını yazan markanın, kapının girişinde mimarının adını yazan mekanın gönlümde başka bir yeri var. Bir restoranda sanat eserleri görebiliyor olmak, o restorana gitme sebebim mesela.
I.Ö.: Günümüzde sanatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.E.: Dijitalleşme sanatın yönünü değiştirdi. Sosyal medya, insanlara üretme ve ürettiğinin sonuçlarını görebilme şansı veriyor. Birçok alanda olduğu gibi sanatta da, sanatçılar hiçbir yere bağlı olmadan sadece sosyal medya hesaplarını kullanarak farklı kitlelere ulaşabiliyorlar.
Tüm dünyada sanatın sokağa taşmasını da çok önemli buluyorum. Sanatın büyük, ulaşılmaz, kurallı alanlardan çıkıp herkese, her an, her yerde ulaşabilmesi beni mutlu ediyor; çünkü sanat insanı değiştiriyor. İnsanın anlam arayışında sanat en dönüştürücü anahtarlardan biri. Tohum İstanbul insanların anlam arayışına cevaplar vermek için deneyimler sunuyor; “Ben ne istiyorum?” sorusuna cevap verebilmek için sanatı, estetiği, tasarımı kullanmak bana çok iyi geliyor.
I.Ö.: Sanatın daha ulaşılabilir olması, her an her yerde olması çok önemli dediniz. Bu bağlamda Art50.net gibi platformlar aracılığıyla sanatın dijitalize olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
E.E.: Sanat dijital olmak zorunda; çünkü çok az zamanımız var. Oturduğumuz yerden bir esere ulaşabilmek hayatımızı çok kolaylaştırıyor. Hele İstanbul gibi bir şehirde ancak sanat senin önceliğinse haftada 2 sergiye gidebiliyorsun. Sanat senin ikinci, üçüncü önceliğinse ayda 1 sergiye gitmeye başlıyorsun. Oysa online her yerde…
Burada, birbirimizi beklerken bile web sitesine girip gözlerimizi ve ruhumuzu doyurup hayatımıza başka bir yerden devam edebiliyoruz. O yüzden sanatın dijitalleşmesi sanatı sınırsız kılıyor. Ben bugün İstanbul’da bu eseri görebiliyorum; aynı eseri New York’taki arkadaşım da görebiliyor ve satın alabiliyor. Hem sanatçılar sanatseverlere çok daha kolay ulaşabiliyorlar hem de sanatsever sınırsız sayıda eser görme şansı yakalıyor. Dijitalin en büyük artısı belki de bu zaman ve mekana ek olarak.
I.Ö.: Peki şimdi bulunduğunuz yerden ruhunuzu doyurmak için Art50.net’te yer alan eserlerden bir seçki yapmanızı isteseydik nasıl bir seçki yaparsınız? Eser tercihlerinizdeki kriterler ne olur?
E.E.: Bakış açımı değiştirip hayata başka bir şekilde bakmak ve sadece kendim için, kendime hediyeler almak hoşuma gidiyor. Bu yüzden Art50.net için yaptığım seçkinin ismini “Kendim için” koyardım.
İnsanın kendine doğru çıktığı bu yolculukta, seçtiğim her bir eserin başka bir anlamı var. Gülmeyi, dalga geçmeyi, yalnızlığı, yeniden doğmayı, akışa bırakmayı ama hep kendimiz olmayı anlatıyor bana. Her gün görmek istediğim eserler bunlar. Dilerim siz de seversiniz.