Coşkun Sami, kendini her anlamda geliştirmiş, sanat tarihine tutkuyla yaklaşan entelektüel bir sanatçı. Bulgaristan’da büyüdüğü yılların etkisini üzerinde taşıyan ve çalışmalarında Rus-Sovyet sanat ve sanatçı tarihinden sıklıkla esinlenen Sami ile sanatı üzerine derin bir sohbete daldık.
Sanata olan ilginiz ne zaman, nasıl başladı?
Her genç sanatçının ilk portfolyosunda “çocukluğumdan beri görsel sanatlara karşı ilgim olmuştur” gibi bir klişe vardır; aslında bunda bir gerçeklik payı da var. Ama yalnızca çocuğun merakını değil, çevrenin etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Bulgaristan’da büyüdüğüm yer oldukça küçüktü ve Türkiye’deki şehir ölçeklerine göre ücra bile sayılabilirdi. Toplamda 50 bin nüfusu vardı; ama bunun yanında üç sinema, iki tiyatro, Neo Barok cephesiyle görkemli, zengin bir koleksiyon barındıran bir galeri ve Balkan yarımadasının en eski şehir parkına sahipti. Ancak en önemlisi, şehrin tam merkezinde bir kitapçı vardı ki, orası gerçek bir hazineydi. Dünya müzelerinin çok iyi basılmış katalogları ve Fransız sanatçıların monografileri gibi görece daha popüler kitapların yanı sıra Dürer, Rembrandt baskılarının faksimile edisyonları gibi oldukça değerli şeyler de bulunurdu. Sanırım her ay vitrin düzenlerlerdi. Dresden Galerisi kitapları, Picasso, Michelangelo, Tiziano gibi tematik düzenlemeler olurdu. Sanatla ilk ciddi temasım sanırım orada başladı. İlkokuldan itibaren da hediye listemin başına mutlaka bir sanat albümü yerleşti. Zamanın ruhu biraz böyleydi; insanlar güç bela alabildikleri Rus yapımı arabalarıyla olduğu kadar, evlerindeki kütüphanenin zenginliğiyle de övünebiliyorlardı. Sonra ortaokul döneminde resim kulübünde natürmort ve alçı büstler, lisede güzel sanatlar branşı gibi daha ciddi ve belirleyici durumlar derken, bir de bakmışsınız geleceğiniz çizilmiş. Çok iyi hocalarım vardı; hepsi Akademi mezunu, iyi desen, resim yapan, sanat tarihini çok iyi bilen insanlardı. Bulgaristan’daki güzel sanatlar liselerinin mutlak hedefi Akademi’ydi. Örneğin resim bölümünde açılan on iki kişilik kontenjan için her yıl yüzlerce mezun yarışıyordu; rekabet inanılmazdı. Portre, natürmort, figür ve nü gibi konularda iyi etüt yapmak özel bir yetenek değil, standart bir eğitimdi.
Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu?
Ailem isabetli bir kararla 1989’un “göçmenlik” furyasına kapılmadı. Önce liseyi bitirdim, sonra Akademi sınavlarında ilk yedek olup kazanamayınca üniversite olanaklarını araştırmak için İstanbul’a geldim; tabii Bizans anıtlarına vuruldum. Yves Bonnefoy’nın Bizans sanatıyla ilgili bir denemesi de beni çok etkilemişti. Ekstatik ama göze batmaya çalışmayan güzelliğini alttan alta akan gümüş bir pınara benzetiyordu. Aya Sofya, Zeyrek, Kariye, sarnıçlar ve surlar aklımı başımdan aldı. Topkapı ve Edirnekapı’da uzun geziler yaptım; o zaman oralarda da her şey farklıydı ve müthişti. Türkiye hem dinamik, hem de bana göre “otantik” bir ruha sahipti; tipik romantik turist bakış açısı yani, Du Camp ve Flaubert’inki gibi. Bir de Bizans ve sanatıyla ilgili epey bilgim olmakla birlikte Osmanlı açıkçası benim için kapalı bir kutuydu. Sonuçta Bizans’a olan ilgim Sinan’ın camileri ve Mehmet Siyah Kalem’le buluşunca zarlar atılmış oldu. Devamında bazı burslar kazandım. Bursa’da bulundum, ancak buradaki eğitim fakültesinin resim bölümünün seviyesi karşısında zaten Mimar Sinan Üniversitesi’ne girmem neredeyse zorunlu oldu.
Çalışmalarınızın sanat tarihine birçok referansı olduğunu düşünüyorum. Hatta bende Rönesans’ın dahi çocukları ile 20. yüzyıl Rus Avangardları’nı çarpıştırmışsınız gibi bir his uyandırıyorlar. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Esin kaynaklarınız, beslendiğiniz alanlar neler?
Sanat tarihi kanımca her sanatçının derinlemesine bilmesi gereken bir alan. Ama yaşadığınız ülkede doğru düzgün müze olmayınca, her şeyi yalnızca kitaplardan öğrenince bir gerçekliği de oluşmuyor; romantik bir illüzyondan ibaret kalıyor. Bu konudaki eksiklerimi gidermek için École du Louvre’da bir yıl boyunca sanat tarihi dersleri aldım; ders sonunda gördüğünüz slaytların neredeyse tamamının orijinallerini hemen gidip inceleyebiliyordunuz. Fırçanın hareketini hissedebilmek, düzeltme yapılmış bir göğsü, boyası yarım kalmış bir gökyüzünü veya ismi çok az geçen bir 19. yüzyıl sanatçısını keşfedebilmek, kimilerine göre önemli ya da önemsiz herkesi aynı yerde görebilmek ve kafanızdaki silsileyi tüm bunlara göre oluşturabilmek gerekiyor. Ancak bu olanaklara sahip olduğunuzda sanat tarihini bilmek bir yana, sanatçılarla neredeyse arkadaş olabiliyorsunuz. Hem profesyonel açıdan gelişiyorsunuz, hem de resimle, sanatla farklı bir bağınız oluşuyor ve bazı şeyleri gözden geçirmenize sebep oluyor. Bana göre bize ezberletilen kategorileri yalnızca kelimeleri doğru raflara koymak için kullanmalıyız. Sanat zamansız bir şey; klasiği, moderni, çağdaşı veya günceli önemli değil. Mesela Bruegel aslında acı verecek kadar güncel olabiliyor; resimlerindeki küçük çocukların annelerinden koparılışları, sallanan kılıçların ağırlığıyla akan kanların kırmızısı, ahalinin çaresizce kaçışması, bunlar olurken diğer tarafta birilerinin bir masada tıka basa yemesi… Bunlar zaten yanı başımızda olan, gördüğümüz, yaşadığımız şeyler değil mi? Genel olarak “klasik sanat” denilen bu devasa birikimden hem dilediğimizi çekip kullanabilmeliyiz, hem de canımız isterse yokmuş gibi davranabilmeliyiz, tıpkı tarihsel avangart ressamların yaptığı gibi. Bu anlamda doğru bir noktayı da yakalamışsınız; Rus ve Sovyet ressamlara karşı özel bir ilgim var, fakat bu ilgi eski sosyalist bloğundaki yaşam biçimine ilişkin basit bir nostalji değil. Şanslıyım ki Rusça okuyabiliyorum; bu sayede çevrilmeyen kaynaklara da başvurabiliyorum. Dönemin avangart sanatçılarının söylemleri, iddiaları ve yaşamları o denli muazzam başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları içeriyor ki, bugünün sanatsal sorunları yanlarında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Zaten çoğu da en ağır bedelleri ödemiş; dönemin hengamesinde kaybolup gitmişler. Mayakovski intihar etmiş, Harms ise açlıktan ölmüş örneğin. Onların her şeyi kapsayan bir gündemi ve programı var; yeni bir geleceğin inşasından, devrim yoluyla toplumu dönüştürmekten, uzaya gitmekten, hatta ölüleri bile diriltmekten bahsediyorlar. İnsan bu denli bir radikalleşmenin karşısında ürperiyor. Bütün bu mirasın gerilimleri elbette benim için bir çıkış noktası oluşturuyor; o yüzden de işlerimde sıklıkla başarısız olmuş ütopyaların yapılarına yer veriyorum. Pek iyimser oldukları söylenemez; ama en azından tamamen hedonist bir bakış açısı da taşımıyorlar.
İllüstrasyon ve grafik çalışmaları da yapan bir sanatçısınız. Resimlerinizle bu alanlardaki işleriniz arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Grafik tasarım daha çok bir geçim kaynağı. Sayesinde galeri sistemine girmeden bağımsız kalabiliyorum ve “piyasanın nabzına göre” resim yapmama gerek kalmıyor. İllüstrasyon ise benim için desen kadar özel bir alan; zaten sıklıkla kesişiyorlar. Bazen şiir kitabı, bazen afişler için illüstrasyonlar yapıyorum. En son Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çok eski bir dostum olan Turgay Nar’ın “Divane Ağaç” adlı oyunu için bir afiş illüstrasyonu yaptım. Yine bu aralar İstanbul temalı bir “carnet de voyage” ve küçük kızıma bırakmak istediğim bir çocuk kitabı üzerinde çalışıyorum. Umarım önümüzdeki yıl ilk baskılarını yapabilirim.
Türkiye ve dünyada ilgiyle izlediğiniz, beğendiğiniz sanatçılar kimler? Ülkemizde günümüz sanatçılarının desene yaklaşımına dair izlenimleriniz?
Beğendiğim ve takip ettiğim çokça isim olmakla birlikte ilk aklıma gelenler Şevket Sönmez, Erinç Seymen, Ahmet Sarı, Güçlü Öztekin, Ahmet Doğu İpek, Nur Gürel, Emin Mete Erdoğan, Tayfun Gülnar, Begüm Mütevellioğlu ve Görkem Dikel. Önceki kuşaklardan Mehmet Güleryüz ve Yüksel Arslan gibi kağıdı ve deseni çok iyi kullanan sanatçıları da ekleyebilirim. Dünyada zaten çok fazla isim var; ama tabii ki her zaman deneysel, yeni ve farklı olana karşı özel bir ilgim var. “Yeni”den kastım izleyici nezdinde “artık kabul edilmiş” ile “kabul edilmek üzere olan” duygu kümelerinin o tatlı ve pazarlanması kolay kesişme noktası değil; orası reklamcıların alanı. Ama radarım İnstagram’ın kapalı devre sonsuz ayna döngüsüne ihtiyaç duymayan radikal deneyimler, yeni duyarlılıklar ve araştırmalara her zaman açık. Öte yandan Türkiye’de desen eğitimi maalesef oldukça vasat durumda. Eğitim kurumlarında bu konuda takip edilen bir müfredat olmadığı için çocuklar kendi başlarına bırakılıyorlar. “Marmara çizgisel, Mimar Sinan gölgeli sever” gibi tamamen ezbere dayalı önyargılar oluşabiliyor. Buna bir de özel üniversite bolluğunu da eklersek, durum daha da gülünç hale geliyor. Sanatçı adayı kendi eliyle herhangi bir yüzey üzerinde bir şey oluşturmak istiyorsa belli ki iyi bir desen eğitimi alması şart. Aksi halde zaten bırakın mesleği icra etmeyi, sınavlarını bile veremez. Yine de mezun ediliyorlar; ama sonuçta böyle kişilerin yaptıkları da hemen sırıtıyor ve dikkate alınmıyor.
Art50.net ile yollarınız nasıl kesişti? Sizce online platformların sanatçılara ne gibi katkıları oluyor?
Art50.net’e beni davet etmeleri sonucu dahil oldum. Online platformlar tabii ki bir görünürlük sağlıyor. Tanıtım yönünden ele alırsak, arama motorlarında önemli iyileşmeler oluyor ve isminiz daha çok yerde geçmeye başlıyor. Ama en önemlisi, kendinizi ifade etmeniz için yeni bir alan açılıyor. Art50.net’in bu konudaki yaklaşımını başarılı ve istikrarlı buluyorum.
Yakın gelecekte izleme şansı bulacağımız projeleriniz?
Sergi anlamında, Kasım’da Artist fuarında olacak bir grup sergisine katılımım dışında önümüzdeki altı ay için Türkiye ile ilgili henüz bir planım yok. Fakat önümüzdeki bahar ve yaz için Bulgaristan’ın üç şehrini gezecek üç kişilik bir grup sergisi planlıyoruz. Birkaç metrelik desenler, jel baskılar, LED ışıklandırmalar gibi farklı tekniklerde sunumlar da olacak; umarım bunları bir gün İstanbul’da da sergileme şansımız olur.
Röportaj: İpek Yeğinsü