Fotoğraflar: İpek Yeğinsü
Kapak fotoğrafı: MAM Paris resmi sitesi
Hepimiz Paris’i sanatın ve romantizmin başkenti olarak tanırız. Paris’te sanat denince akla ilk olarak Louvre Müzesi ve Mona Lisa gelse de, Paris’in Modern ve Çağdaş Sanat, hatta Yeni Medya Sanatı alanında oldukça iddialı bir müze altyapısı mevcut. Ne de olsa Empresyonizm’in anavatanı olmuş bir kentten söz ediyoruz. Hepsi bu kadar da değil; 2. Dünya Savaşı’yla birlikte New York’a göç ederek Soyut Dışavurumculuk akımını başlatan ve bu şehrin dünyanın sanat başkenti olarak rakipsiz kalmasını sağlayan sanatçıların birçoğu buraya Paris’ten göç etmiş. Birlikte Paris’in en önemli müzelerinden MAM Paris (Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris), Palais de Tokyo ve Centre Pompidou’da devam eden yaz sergilerinde geçmişten günümüze, resimden fotoğrafa, heykelden videoya heyecan dolu bir yolculuğa davet ediyoruz sizleri.
MAM bizi resepsiyon alanında Lucio Fontana’nın ışık yerleştirmesiyle karşılıyor (Resim 1). Bu alanın biraz ilerisinde ise Fransız Fovist ressam Raoul Dufy’nin 1937 tarihli muazzam duvar resmi La Fée Electricité‘ye ayrılmış bir galeri alanı bulunuyor (Resim 2). Dufy’nin 600 metrekarelik bu çalışması elektriğin tarihçesini, sürece katkısı olan bilim adamlarını ve elektrik enerjisinin kullanım alanlarını anlatıyor.
Müzedeki sergiler arasında ilk durağımız Post-Empresyonizm ve Fovizm akımlarına yakın olmakla birlikte hepsinden bağımsız olarak yarattığı kendine özgü sanat diliyle önem taşıyan ressam Albert Marquet’nin solo sergisi. 21 Ağustos’ta sona erecek olan sergide Marquet’nin çalışmaları tematik ve kronolojik ilişkileri aynı anda gözeten bir yaklaşımla sunulmuş. Yine aynı tarihte sona eren Paula Modersohn-Becker sergisi ise, yalnızca on yıllık kariyerine rağmen sanat tarihinde önemli bir iz bırakan ressamın yapıtlarını ve yazışmalarını içeriyor. Şair Rainer Maria Rilke ile kurduğu dostluğa ise sergide özel bir konum atfedilmiş.
Ne yazık ki 17 Temmuz’da sona eren sergi “Pandora’s Box: Jan Dibbets on Another Photography” ise fotoğraf tutkunları için tek kelimeyle nefes kesici. Fotoğrafın tarihi kendi de Kavramsal Sanat alanında önemli yapıtlar veren sanatçı Jan Dibbets’nin seçtiği eserlerle anlatılmış; fotoğrafın icat edildiği günden günümüze uzanan dönemden çok özel yapıtların yan yana yer aldığı seçkide kimler yok ki: fotoğrafı bilim için kullanan Röntgen, Muybridge’in atları, Man Ray’in tutkulu silhüetleri (Resim 3), Thomas Ruff’un soyut kompozisyonları (Resim 4), Sugimoto’nun yalın manzaraları, Bruce Nauman gibi fotoğraftan yararlanan Performans sanatçıları (Resim 5) ve Arazi Sanatı ustaları, Düsseldorf Okulu’nun kurucuları Bernd ve Hilla Becher’in serileri ve daha niceleri.
Müze koleksiyonu Modern ve Çağdaş olmak üzere iki ayrı galeride sergileniyor. Burada en dikkat çekici işler arasında Louise Bourgeois’nın ünlü örümceği (Resim 6), Yves Klein’ın özgün mavisiyle yarattığı büst (Resim 7), Robert Delaunay’ın devasa panoları (Resim 8) ve Tacita Dean’in güncel video-kolaj çalışması JG (Resim 9) sayılabilir.
MAM’dan çıkıp Palais de Tokyo’ya geçiyoruz. Özellikle video ve yeni medya gibi alanlarda son derece iddialı sergilerin yer aldığı Palais de Tokyo’nun uçsuz bucaksız mekanlarının her bir köşesinde farklı bir sergi ya da yerleştirme keşfedilmeyi bekliyor. Burada en etkileyici yapıtlardan biri Clément Cogitore’nin 11 Eylül’e kadar izlenebilecek olan L’intervalle de résonance adlı videosu (Resim 10). Devasa bir projeksiyon olarak sergilenen ve minderlere rahatça yerleşip izleyebileceğiniz yapıt tekinsiz bir dünyada açıklanamayan birtakım olaylar etrafında gelişiyor. Son yıllarda popüler olan uzay/belgesel türünde sinema filmlerine göz kırpan iş, izleyiciye olup bitenlere dair net yanıtlar vermekten özenle kaçınıyor; kısacası öyküyü izleyicinin umut, inanç ve korkuları tamamlıyor.
Palais de Tokyo’da karşımıza bir de çok tanıdık bir yüz çıkıyor: İstanbul Bienali’nde Squeeze adlı işini izlediğimiz Mika Rottenberg. Sanatçı burada video işlerinden birkaçını bir yerleştirme döngüsü içinde yeniden kurgulamış, fabrikaların köleleştirdiği kadınların robotlaşmış, ruhsuz yaşamlarını ironik bir dille ele aldığı videolarını, içlerinde yer bulan birtakım obje ve düzeneklerle birlikte sergilemiş (Resim 11-12). Yine bu alanda Marguerite Humeau’nun ilk büyük solo sergisi FOXP2’yi izlemek mümkün; bilimsel araştırmayla mitolojiyi, gerçekle kurguyu harmanlayan sergi, birçok farklı duyuyu aynı anda uyaran bir algı deneyimi yaratmayı amaçlıyor (Resim 13).
Palais de Tokyo’nun ana sergi mekanında müthiş bir deneyim daha bizleri bekliyor. Şair, yazar, romancı ve sinemacı Michel Houllebecq’in “Rester vivant” (hayatta kalmak) adlı sergisi, fotoğraf, video, edebiyat, resim ve yeni medya gibi disiplinleri birlikte kullanarak birbirinden çok farklı atmosferlere sahip olmakla birlikte hepsi “yaşama tutunma” üzerine kurgulanmış odalardan oluşuyor. Adeta bir film setini/senaryo taslağını andıran sergi, sanatçının zihninde uçuşan farklı fikirler arasında soluk kesici bir gezintiye davet ediyor izleyiciyi (Resim 14-15-16).
Daha birçok sergi ve projenin görülebileceği Palais de Tokyo’dan ayrılıyor ve soluğu Centre Pompidou’da alıyoruz. İçeri girer girmez Haegue Yang’ın geçtiğimiz haftalarda açılışı gerçekleşen, sanatçının tipik jaluzi malzemesini video işleriyle birleştiren mekana özgü yerleştirmesiyle buluşuyoruz (Resim 17). Ardından teknolojik sanattan birden bire uzaklaşıyor, 20. yüzyılın ilk yarısına gidiyor ve Paul Klee’nin sanatına ironi/satir kavramı üzerinden yaklaşan “L’Ironie a L’Oeuvre” sergisinde buluyoruz kendimizi. Klee’nin yapıtlarını yaşam öyküsünü dönemlere ayırarak sunan sergi, izleyiciye özellikle 2. Dünya Savaşı’nn yarattığı travmayı duyumsatma konusunda son derece başarılı (Resim 18-19).
Centre Pompidou’da devam eden bir diğer süreli sergi bizi tekrar video projeksiyonlarının ve fotoğrafların arasına götürüyor. “Beat Generation”, 60’lı ve 70’li yıllarda ABD’de sanat üreten bir grup aktivistle tanışmamızı sağlıyor. Vietnam Savaşı’na karşı duran ve ırkçılıkla mücadele eden bu grup, dönemin ruhunu ve 68 kuşağının heyecanını doya doya yaşatıyor izleyiciye; ABD’de günlük hayattan portrelerin döneme ait ses kayıt cihazlarıyla yan yana sunulması atmosferi daha da güçlendiriyor (Resim 20-21-22).
Centre Pompidou’nun Modern ve Çağdaş Sanat koleksiyonu da kesinlikle görülmeye değer. Burada dünya sanat tarihine yön veren tanınmış isimlerin yanı sıra, Fransa için önemli olan ve dünya izleyicisinin görece daha az tanıdığı sanatçılar da var. Modern koleksiyonda Picasso, Kandinsky, Matisse, Gris ve Leger, Çağdaş koleksiyonda ise Jeff Koons, Richard Serra, Hito Steyerl, Olafur Eliasson, Philippe Pareno, Gary Hill ve Joseph Kosuth özellikle dikkat çeken isimler arasında (Resim 23-24-25).